9 Aralık 2010 Perşembe

Şnorhavor Zadig

Şnorhavor Zadig*

Dünyanın birçok ülkesinde iç ve dış göç hareketleri var ve göç edenler gittikleri her yerde sorun yaşıyor. Yoksulluğun arttığı, yaşam koşullarının zorlaştığı ülkelerden, koşulların daha iyi olacağına inanılan ülkelere, ekonomik olarak daha yoksul bölgelerden daha zengin bölgelere ya da çatışmalı bölgelerden daha güvenli bölgelere doğru bir göç hareketi yaşanıyor. Göç edilen yerlerdeki siyasi iktidar ve toplum, göç edenleri daha alt sınıftan insanlar olarak gördüklerinden, göç edenler üçüncü sınıf insan muamelesi görüyor. Toplumsal işbölümünde en ağır işleri, en yoksullar yapıyorken, göçmenlerin gelmesiyle beraber, yoksulluğun da bir alt kademesinde görülen göçmenler bu işleri yapmak zorunda bırakılıyor. Yaşam koşulları herkesten daha zor olan bu göçmenler, bir yandan yoksullukla mücadele ederken aynı zamanda eşit yurttaş olmanın, insanca yaşamanın mücadelesini veriyor. Hükümetler, eğitim ve sağlık hizmeti götürmek zorunda olmadıklarını düşündükleri göçmenlerin ülkeye girişine göz yumuyor, tüm sosyal güvencelerden yoksun yaşayan bu insanlar, bir nevi ‘ucuz emek’ kapısı olarak görülüyor. İç göç ile gelenlerinde halleri çok iç açıcı değil, şehirlerin varoşlarında yaşayan, sosyal hizmetleri çok kötü koşullarda olan bu insanlar, kayıt dışı ve sosyal güvencesiz çalıştırılıyor, çalışma saatleri günde 12 ila 16 saat arasında değişiyor.

Göçmenlerin yaşadığı başka bir dram ise, ilişkiye geçebildikleri çevreler tarafından kullanılmaları ve sömürülmeleri. Göçmenlere göç ettikleri yerlerde göçmen olmanın getirdiği, yoksunluklar ve zorunluluklar sebebiyle normalde verilen ücretlerin çok daha azı veriliyor, hem de sosyal güvence sağlama zorunluluğu olmadan. Kürt inşaat işçilerinin emeği üzerinden zenginleşen Kürt müteahhitler, Ermeni göçmenler sırtından zenginleşen Ermeni kuyumcular bunların bilindik örnekleri.

Birkaç hafta önce Başbakan, BBC’ ye, “Türkiye’de 170 bin Ermeni var, 70 bini vatandaşım, ama 100 binini idare ediyoruz. Gerekirse, bu 100 binine ‘Hadi siz de memleketinize’ diyeceğim” dedi. Türkiye’de yaşayan Ermeni göçmenler için ‘Tehcir’ tehdidini savuran Başbakan, bu insanların neden burada olduğunu, hangi koşullarda yaşadığını düşünmedi bile. Başbakan her zamanki gibi, bu kabahati için özür de dilemedi. Artık herkes tarafından, durumlarının zorluğu bilinen Ermeni göçmenlerin yaşam koşullarını düzeltmek gibi bir girişimde yok. Canan Arıtman’ın ‘bizim önerimizdi’ demesi başka bir insanlık ayıbı olarak hanemize yazılmış durumda. ‘Bedros Şirinoğlu’ isimli bir Ermeni vatandaşı, Ermeni cemaati sözcüsü olarak konuşturup, Başbakan’a cemaat içerisinden destek bulunmaya çalışılması ise tam bir ikiyüzlülük örneği. Toplum olarak Bedros gibilere, güneydoğuda köyler yakılırken ve insanlar zulüm altında yaşarken köy korucusu olanlardan aşinayız.

1915 olaylarının yaşandığı bu topraklara geri dönmenin, buraya göç eden insanlar açısından nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışmak, göçmenlerin durumunu kavramamıza yardımcı olacaktır. Ermenilerin isimlendirmesiyle ‘Büyük Felaket’in’ başladığı gün olan 24 Nisan’a günler kalmışken bu tarz söylemlerin, bu ülkede yaşayan Ermeni yurttaşlarımızı ne denli rahatsız ettiğini görmek gerek.

Kimsenin yaşamı siyasi bir pazarlık konusu değildir. Herkes insanca yaşama hakkına sahiptir. Tüm göçmenler bu ülkede yaşayan diğer insanların sahip olduğu sosyal ve siyasal haklardan faydalanabilmelidir. Tabi yurttaşların sosyal haklarının yeterli olmadığını ve bunun da iyileştirilmesi gerektiğini eklemek gerek.

Geçtiğimiz yıllarda yapılan ‘özür diliyoruz’ kampanyasında olduğu gibi, Başbakan’ın ve diğer siyasetçilerin yaptığı açıklamalar için ve bu zihniyeti ortadan kaldıramadığımız için Ermeni halkından özür diliyorum ve tüm Ermeni halkının yaklaşmakta olan ‘Paskalya bayramını’ en içten dileklerimle kutluyorum.

Gün, Bedroslardan, Tayyiplerden, Arıtmanlardan, hesap sorma günüdür.


*Paskalya bayramınız kutlu olsun.

Ahmet / 30 Mart 2010 Salı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder