29 Aralık 2010 Çarşamba

BU CAMLAR VAR YA, HEPSİNİ KIRASIM GELİYOR.

 
BU CAMLAR VAR YA, HEPSİNİ KIRASIM GELİYOR.
Başlıkta ki cümle şöyle bir pasajdan alıntı: ‘Buradan giderken sakın camları falan kırmayın, Bu camlar var ya bu camlar, asıl hepsini ben kırmak istiyorum. Önce bu Agos’un camlarından başlayacağım, bu güvenlik camları var ya onlardan’ Bundan bir yıl önce Arat Dink, Agos Gazetesinin camından böyle seslendi bizlere. Bu öyle bir Öfke patlamasıydı ki, annesi Rakel Dink ve başka bir aile dostu zor tut onu. Arat’ı Bıraksalardı kırardı herhalde camları. Bu camlar kırılır, bu camları kıranlar, bazı kimselerin hiç anlayamayacağı bir öfkeye sahip ve o öfke onları ayakta tutuyor.
Ben de o kadar öfkeliyim ki bu aralar, bütün camları kırabilirim… Birilerinin Kürt halkının talepleriyle ilgili olarak ‘öyle olmaz, şu istenmez, bu verilmez, Türkiye bunu kaldırmaz…’ demelerine ifrit oluyorum. Bir halkın kendi dilini konuşmasına, kendi anadilinde eğitim görmesine, gündelik yaşamda veya bürokrasi ile ilişkiye geçmesinde veya kendi kaderini tayin etmesine nasıl olur da başkaları karar verir! Anlaşılır şey değil. Bunun adının faşizm olduğunu hatırlatsak o birilerine, inkar ederler. Kürt halkının taleplerini, bir grup insan müsveddesinin,  kendini çok yukarıdan bir yerden ‘karar mercii’ gibi konumlandırarak konuşmasına sinir oluyorum. Bu halk seksen yıldır, bu zulüm altında yaşamadı mı? İnsanların kendi dilini konuşmasına engel olunmadı mı? Sosyalistleri çağı anlamamakla eleştirenler oluyor. Onlara sormak lazım; peki sağcılar çağı anlayabiliyor mu?  Ya da insanlıktan haberleri var mı? Lamı cimi yok, lafı dolandırmanın, ama’lara, iç mihraklara, dış mihraklara topu atmanın manası yok. Kürt halkının taleplerini meşru görüyor musun? görmüyor musun?
Herkes nenden bu kadar kör ve sağır, neden kimse kendisine lise de öğretilen şeyler dışında başka bir şey düşünemez durumda. Bir ülkenin bir dili olacağı bunlara vahiy olarak mı indi? Bu topraklarda Türkçe dışında onlarca dilin daha konuşulduğunu bilmiyorlar mı? Yoksa asıl korktukları ‘pazarcıların kendi aralarında konuştuğu dilin’ gerçekten bir halk tarafından konuşulduğu mu? Ya da o pazarcıların diliyle bilim ve eğitim yapılması falan mı?
Aynı zevat, ‘Öz savunma gücü’ meselesine takmış durumda bir de. Öz savunma gücü denen şeyden ne anlıyorsunuz? Bu ülkenin ordusu ve polisi var, diye bir şeyler geveleniyor. Tamam, var biz de biliyoruz. Ama kimin için var? Bu ülkenin polis teşkilatı, Fethullah Gülen cemaatinin öz savunma gücü değildir de nedir?  Bu ülkenin ordusu en gerici, milliyetçi çevrelerin öz savunma gücü değildir de nedir? Sayısı Avrupa’nın dördüncü büyük ordusuna varan ve kayıtlı sayıları 170.000 olan özel güvenlikler, sermayenin (polisi ve orduyu da buraya dahil edelim.) öz savunma gücü değildir de nedir? Bunlar vatandaşı mı koruyor? Yoksul halkı mı koruyor?
Cumhuriyetin kuruluşunda Anadolu’nun öz savunma gücü ‘kuvayı milliye’ değil miydi? Seğmenler Ankara’nın, Zeybekler Ege’nin öz savunma gücü değil miydi? Bunları anlıyorsunuz da, halkın öz savunma gücünü niye anlamıyorsunuz!
Ben Yukarıdaki soruların cevaplarını biliyorum, onlar araya dursunlar. Öğrenciler haklarını aradığında, işçiler haklarını aradığında hemen karşısına dikilenler, sermayenin hakkını savunuyor, işçinin değil. Yoksul halkın zar zor yaptığı, içinde barındığı, gecekonduyu yıkanlar, kimin hakkını savunuyor? Kürt halkı seksen yıllık zulümden, otuz yıllık kirli savaştan sonra, ‘ya bu haklar elimden tekrar alınırsa’ sorusunu kendisine sorup, öz savunma gücünü oluşturmak isteyebilir. Bunda anlaşılmayacak bir şey yok. İşçilerin ve öğrencilerin, toplumun tüm kesimlerinin kazandıkları haklar ellerinden teker teker alınıyor. Kürtler, bir zaman sonra sıranın kendilerine geleceğini düşünmekte haksızlar mı? Maraş’ta Çorum’da, Sivas’ta yüzlerce Alevi katledildi. Eğer Alevi’lerin kendi mahallelerinde oluşturdukları öz savunma güçleri olmasaydı, katliamın boyutlarının ne denli büyük olabileceğini düşünebiliyor musunuz? Aleviler o zamanlardan, o deneyimlerden beri birlikte yaşıyorlar. O zamanlarda da bu ülke de asker ve polis vardı, izlediler… Olay yerine bir türlü intikal edemediler… Bütün bunlar varken, şiddetin her türlüsü yaşanırken asker ve polis vardı ve Sadece izlemekle veya şiddetin dozajını arttırmakla uğraştılar.
Kadınlar, her gün şiddetin her türlüsüne maruz kalıyor, hem de askerin ve polisin gözetiminde. Hakkını aramak için karakola gidip tecavüze uğrayan, polis tarafından herhangi bir yerde tecavüze uğrayan, köylerde askerin tecavüzüne uğrayan kadınları kim savundu? Et kokunca tuz vardı, peki tuz kokunca ne var? Bir cevabınız var mı? Kadınlar şimdilerde örgütlenip kendi öz savunma güçlerini oluşturuyorlar, bu öz savunma ile yanlış anlaşılmasın sakın ha; bir yerlere saldırmıyorlar sadece canlarını koruyorlar… Bütün bunlar varken, şiddetin her türlüsü yaşanırken asker ve polis vardı ve Sadece izlemekle veya şiddetin dozajını arttırmakla uğraştılar.
İşinden atılan, hakkı gasp edilen, iş güvenliği önlemi alınmadığı için yaşamını yitiren işçiler nasıl savunacak kendini? Polis ve asker işverenin yanında saf tutuyor. Kendini savunma gücü olmayan çalışanın hakkını kim savunacak? Sivil faşistleri işçilerin üzerine salarlar, polis izler. Mafya ile anlaşan patron, işçileri mafyaya vurdurur, polis izler. Sonra izlemekten sıkılıp, kendisi de katılır, zulüm kervanına.
Halk her daim kendini savunmanın yolarını aramış ve bulmuştur. Karşı çıkan gitsin sermayenin yanında yerini tutsun. Sermaye her zaman kendi kurallarına göre hayatı belirleyecek, ‘torbalarla’ kendine göre kanunları yapacak, biz ise onun koyduğu kurallara uyacağız öyle mi? O hem bizim üst kimliğimizi hem alt kimliğimizi hem de sınıfımızı belirleyecek. Bizim de elimiz armut toplayacak, öyle mi?
Bu Salı grup meclisteki grup toplantılarında Devlet Bahçeli ve ardından Başbakan konuştuğunda, tüm camları kırasım geldi o an. Kemal, boş konuştuğu için ona kayıtsız kaldım.
İçimizden barış geçiyordu Bu aralar. Bu memlekette Başbakan ve Bahçeli barışa değil de, olsa olsa hıyarlara vesile olur. Şimdi, camları kırasım geliyor…
Ahmet / 28 Aralık 2010 Çarşamba




28 Aralık 2010 Salı

Yaşamın hızı

‘’Bizim dünyamıza damgasını vuran şey hızıdır: tarihsel değişimin hızı; teknik değişimin hızı; iletişiminin, aktarımının hızı, hatta insanların birbirleriyle bağlantılar kurma hızı. Bu hız bizi çok büyük bir tutarsızlık tehlikesine maruz bırakır. Şeyler, imajlar ve ilişkiler böylesine çabuk dolaşıma girdiği içindir ki bu tutarsızlığın kapsamını ölçmeye bile zamanımız yoktur. Hız tutarsızlığın maskesidir. Felsefe bir yavaşlatma işlemi önermelidir. Hızlanma buyruğu karşısında düşünceye ait bir zaman inşa etmelidir. Felsefenin bir hususiyeti bence bu; felsefenin düşünüşü ahestedir, çünkü bugün isyan, hızı değil ahesteliği gerektirir. Felsefenin arzusunu ayakta tutmak için muhtaç olduğumuz sabit noktayı (bu nokta ne olursa olsun, adı ne olursa olsun) ancak bu yavaş ve dolayısıyla asi düşünüş kurabilir.
Mesele temelde, hakikat kategorisini felsefi olarak, bizi dünyanın hızından yalıtacak bir yavaşlıkta yeniden inşa etme meselesidir – metafiziğin bize devrettiği hakikati değil, dünyanın mevcut halini dikkate alarak, yeniden kurabildiğimiz hakikati kastediyorum.’’
Alain Badiou – Sonsuz Düşünce -

25 Aralık 2010 Cumartesi

BEDRETTİN'E

Herkes bilir ne çok severim Şeyh Bedrettin’i. Hatta oğlum olursa adını koyacağım derim; Bedrettin. Ben üç zamanlı isimleri pek severim; Bedo,Bedri, Bedrettin. Yarın mezarı başında anacakmış onu Bedrettini’ler… Bu şiir de, benden bir nevi anma olsun.

BEDRETTİN’E
Bana bir hayat ver, dışarıdan olsun.
Bana bir aşk ver, suyunu ben koyarım.
Bana bir ülke ver, sınırını ben kaldırırım.
Bana bir halk ver, isyanı içinde olsun.
Bana bir urgan ver, üryanlığı benden olsun.
Bende bir oğul var, adı senden olsun.

Ahmet – 26 Aralık 2010 Pazar

21 Aralık 2010 Salı

ÖYLE BİR GEÇER ZAMAN Kİ.



ÖYLE BİR GEÇER ZAMAN Kİ.
Bir süredir arkadaşlarım ‘yahu hali hazırda bir şeyler yazıyorsun bir blog aç oradan paylaş bunları, facebook notu olarak kaynamasın arada’ demelerine kayıtsız kalmadım. Bende açtım geçenlerde, facebooka not olarak eklediğim bazı yazıları koydum bloga. Yazıların hepsi eskiydi ama tükkan boş kalmasın diye ekleyiverdim bir kaçını. Arada bir şeyler yazıp eklemek istiyorum, yazma alışkanlığa da pekişir böylece, her şey bir disiplin meselesi sanırsam.
Bu aralar ‘Öyle bir geçer zaman ki’ adlı diziye taktım. Aslında tam izleme değil benimki, izlerken bir sürü şeyde yapıyorum mesela bu yazıyı izlerken yazdım, Hatta başka birkaç yazı bile okudum, reklamlarda uzun. Senaryosu ustaca işlenmiş bir dizi, bazen kopukluklar, garip bağlantılar, geçişler yapıyorlar ama yine de fena değil. Bir de müzikler pek araklama, başka filmlerden çalıp duruyorlar, ya da ‘gönderme’ yapıyorlar. Mesela dizinin en anlamlı müziği ‘Bir zamanlar Amerika’ filminden alıntı.
Dizinin ana hattına Cemile ile Karolin’in gerginliğini oturtmuşlar. Her gerilimli anda Karolin görünmezse, Cemile’yi çıldırtmazsa olmaz. Cemile’nin eli pek ağırmış, Geçen bölümde bir tokat salladı, savurdu Ali’yi, sarstı adamı, aslında karolin gelmese vurmayabilirdi. Bir de güzel kadın Cemile. Ağırlığı var.
Mete, dizide en hakikatli lafları eden karakter. Annesiyle geçen bölüm ‘yalan ve tuzak’ monologu harikaydı. Bir de, disiplin kurulu sahnesi vardı, yıktı geçti. Mete’deki devrimci dinamiğe hayranım. Annesine ‘Asla diz çökme’ diye seslenişi beni benden aldı. Çocuk anasından oyuncu doğmuş.
Aylin çok asi kız yoksulun yıkıcılığı var onda. Soner’i kevgir etti, inşallah kanser eder. Bir de acayip isyankâr, acayip özgüvenli kadın. Kendi kuralını kendi koyuyor, çok harbici, Hasut kuzeni de çok itici.
Üzülmeyin, Ali’den bende nefret ediyorum. Karolin ithal gelin, ıyy… Hemen geçelim.
Ev polis tarafından dağıtılırken, tek yardım eden manavdı. Ev yanarken de manav geldi, yardıma, oldum olası sevmişimdir mahalle esnafını, iş hayatına evin altındaki bakkal Behzat abi’de çırak olarak başlayınca tabi, normal böyle şeyler. Bir de bizim Kazancı yokuşundaki bakkal Serkan’a bayılırız. Çok içmişliğimiz var dükkânında, hatta isim vermiştik, ‘Serkan Pub’ diye, yazın dükkânın sağındaki merdivenlerde, kışın buzdolabının arkasında takılırdık.
Ahmet’in yoldaşlarıyla toplantı yaptığı evde, toplantı masasının üzerindeki Mustafa Kemal portresi dikkatimi çekti, bir de Ahmet bir solcu için çok beyaz türk göründü gözüme, aile de zengin falan yani. Ahmet’in annesi ‘bir ev yanmış, bir aile sokakta kalmış’ deyince nasıl yalandan ‘yazık’ dedi. Bir de evi tamire gidişlerinde ‘hepsinin aynı montu’ (Başbakan onları da tanır mı acaba?) giymesi çok hoştu. Polise karşı duruşları felan. Her halükarda sevdim kendisini, adaşım bir de. Niye sevmeyeyim.
Berrin’e pek sinir oluyorum, Salak mı ne! Hiçbir şeyi anlamıyor, ya da yanlış anlıyor. Bir de kardeşleriyle Sanki aynı evde büyümemişler Aylin’le ve Mete’yle hiç benzemiyorlar. İsyan etme duygusu Berrin’den kardeşlerine geçmiş, yazık… Her yoksulda olması lazım, isyan duygusunun.  Aylin ne kadar hakikatliyse, Berrin o derece kof.
Soner’e çok pis gıcık oluyorum, her yerde her şeye muktedir burjuva tavrı geriyor artık. Bir de kardeşiyle aralarındaki ‘Aylin’ diyalogu kabak tadı verdi. Hasta kardeşi mutlu etmede ‘Canım Kardeşim’ filminin hakikatini hiçbir film geçemiycek galiba.
Şu sürekli koşarak acil haberler veren bir kız var, Ayten, Berrin’in arkadaşı. Çok hoş, pek şirin, pek güzel bir kız ama bir panikle gelip geçiyor ömrü kızın.
Hakan var ya, çok mal o, mal deyip geçelim.
Bir de Ilgıt’ın dediği; ‘Abi sağcılar çok çirkin ya’ lafı geldi aklıma. Hakikaten öyle, adamları nereden topluyorlar hepsi ayrı bir çeşit, hatırla sevgilide de böyleydi. Geleneği, geçmişi katillik olanın yüzünün nuru da gidiyor olsa gerek.
Polisler de seçme dizide, pek bir iğrençler. Eskidende böyleymiş bunlar, şimdi de böyleler.
Filistinli devrimci Amina vardı, kadını mundar ettiler geçende, gece yarısı adamın yatağa gitmeler falan.
İnci öğretmenin steril manitası Sedat’a karşı tavrı pek şıktı. Bu kariyer sahibi, kravatlı, verili kurallar içerisinde yaşamaya hevesli adamları sevmiyorum, bunları başardıktan sonra da gerine gerine gezen ‘başarı misyoneri’ adamlar ve kadınlar hep itici geldi bana. Sedat’ta onlardan biri, İnci’nin acil yol vermesi lazım ona, acil.
Osman tatlı çocuk, ama hangi çocuk öyle değil ki… Ben de severim çocukları.
Bir dizi için fazla kelam ettim, ama bu kadarını hak etmişti bence.
Ahmet / 21 Aralık 2010 Salı





PEKİ HATIRLAMAK NEDİR BİLİR MİSİNİZ?




PEKİ HATIRLAMAK NEDİR BİLİR MİSİNİZ?
Bugün 19 Aralık ikibinon, bundan on yıl önce, bir sarsıntı geçirdik. Bugün gördüğüm bütün videolarda "unutma, unutturma" yazıyordu. Ben unutmadım hiç ama yinede o günleri hatırlamaya çalıştım bugün, tekrar tekrar! Aklımda kalanlar bunlar…
O zamanlar  Bandırma’daydım Küçük bir kafe vardı yine hayatımızda, yuvarlanıp gidiyorduk. Küçücük bir şehirde yine küçücük bir sığınak yaratmıştık kendimize.  Adını da biraz kendime öykünerek vermiştim; "Göçebe" 22 yaşındaydım ve üçüncü şehrimdeydim. 


F tipi yaşama karşı başlatılan ölüm oruçları sürecinde , F tipi cezaevleriyle ilgili çok fazla yazılıp çizilmişti. Hepimizin F tipi cezaevleriyle ilgili uzmanlaştığını hatırlıyorum, cezaevleri bir nevi okul gibiydi tüm solcular için. Hep birlikte koğuş düzeninde kendilerince bir dayanışma içerisinde yaşayan devrimcilerin ikişer ikişer veya teker teker yaşamak zorunda kalması, yalnızlaştırılması çok ağır geliyordu hepimize. Bir gün cezaevine girebiliriz korkusu da vardı, hala var ya neyse… 


Bir de teknik ayrıntılar vardı hep can sıkan, metrekare ölçüleri, tuvalet ve lavaboların yerleri gibi onlarca ayrıntı dönüp duruyordu havada. Almanya’daki RAF üyelerinin direnişi ile ilgili şeyler izliyorduk, duvarlara dışkı ile yazılar yazdıklarını hatırlıyorum. Kirli direniş gibi bir şey diyorlardı… Ama en çok aklımıza takılan şey ya da tartıştığımız şey, birilerinin bir mesele için günlerce hiçbir şey yememesi hatta bunun sonucunda ölümü göze almasıydı. Demek ki devletin onlardan almaya çalıştığı, yaşamın tüm damarlarını ortadan kaldıran bir şeydi. Uğruna bu şekilde ölünecek bir şey var mıydı? Hayat bu kadar zor olmamalıydı…Bu inanç başka bir şeydi.
Fatma’yı hatırlıyorum bizim arkadaşımızdı, İstanbul’a gitmişti, bizden evvel. Küçükarmutlu’da bir evde, o da yoldaşlarıyla yatmıştı ölüm orucuna. "Kulaksız" kardeşlerden biri de vardı o evde. Aklımda kalan en önemli şeydir. Kardeşi mahpusta ölüm orucunda olduğu için, kendisi dışarıda aynı eylemi gerçekleştiren bir kadın,  iki kardeş.  Ve babaları, yılar sonra karşılaştım onunla, Ahmet kulaksız’la… İnsanda başka bir ağırlık bırakan bir adam. Mehmet Ağar gibi bir katilin bile kızının ölümünden sonra Kürdistan’da süren kirli savaş için söylediği ‘allah kimseye vermesin evlat acısını’ lafından sonra, evlat acısının nasıl zor bir şey olduğunu daha iyi anlamıştım. Katili bile imana getiren o acı.. Annem takdiri ilahi diyordu; "Allah verdi ona da acının en büyüğünü". Ama önümüzde bir katilin bile yüreğini dağlayan bir acıya, çocuklarının iradesine saygılı olmak adına, dayanmaya çalışan, boynunu bükmeyen, direncini dik tutan bir adam vardı. Ahmet Kulaksız... Ölene kadar adını duyduğumuzda irkileceğimiz, her dersi boşa düşürecek bir isim. Hava alanında, Dursun Karataş’ın cenazesinde karşılaştık, ben orada bir çalışandım, o ise yine bir yoldaşını karşılıyordu… Metanetle… Hala Ahmet Abi'yi görünce tüm dertlerimin ne boş olduğunu, ne kadar anlamsız olduğunu düşünürüm. Küçük burjuva dertlerimiz ve biz...
Fatma’yla da yılar sonra karşılaştık, o günler geride kalmıştı, bin bir acıyla. Yaşama tutunmuştu, yeni bir hayata gebeydi. Hala adı aklıma gelince içim umut dolar.
O zamanlarda hepimiz ölüm orucuna yatanlara yapılacak bir operasyon bekliyorduk. Ulucanlar Cezaevi’ne yapılan operasyonu ve vahşeti görünce paniğe kapılmıştık. Yanımızdaki dostlarımızın yoldaşlarından Habip ve Ümit yaşamını yitirmişti onlardan daha sıcak haberler alıyorduk, her ikisinin de nasıl yiğit insanlar olduklarını anlatıyorlardı. Hayat işte, yıllar sonra ümit’in eşi Melek’le de tanıştık, hakikatli, yürekli bir kadındı.
Hatırlıyorum, tüm gazeteler cezaevlerinin nasıl güzel yerler olduklarını yazıyorlardı. şöyle konforlu, böyle konforlu, çok temiz yerler diye. Bazı gazetecilerle geziler yapılıyordu ‘çok güzel yerler’ diye haberler yapılıyordu, çok konforlu falan gibi. Tarih bilincinden yoksun bizler, aynı şeylerin 1980’li yıllarda Diyarbakır cezaevinde de yapıldığını bilmiyorduk, sonra öğrendik. Şimdi AKP’nin kevgire çevirdiği ve bu sayede insanlık timsaline dönen ama ağızları hala kan kokan Yılmaz Özdil, Cüneyt Ülsever, Ertuğrul Özkök, Güneri Civaoğlu ve Fethullahçı basın; kanlı iftar, oruçları yalan, geceleri yiyorlar gibi haberler yapıyorlardı. Doktorlara sorduk bu kadar zaman aç kalınmaz ölünür diyorlardı. Haklıydılar, sonra gerçekten öldüler!
Biz o zaman o küçük ilçede bulabildiğimiz kısıtlı yayınlarla takip etmeye çalışırdık olanları, bazı arkadaşlarımın bu gece operasyon yapacaklar deyip uyumadığını biliyorum, sözleşirdik ayık olan diğerlerini uyandırsın diye. Evet, bir sabah uyandık,  aradı "Başladılar" dedi bir arkadaş. Koşuştuk ekran başına "döküldük"
Bayrampaşa cezaevinin çatısında ,çatıyı balyozla kırmaya çalışan askerler gözlerimin önünde, nedense aynı kareyle özdeş tek bir kare var aklımda; Filistinli bir gencin kolunu taşla kıran İsrail askerleri.
Operasyon hepimizde onulmaz yaralar açtı. Ama en önemlisi hepimiz için iradesi en kırılmaz dediğimiz mahpusların kırılması, geleceğe olan umuduzu sakinleştirdi. Umudumuzun tekrar kalabalıklaşması, İstanbul’da kalabalığımızı fark etmemize denk gelir.
Hayata Dönüş operasyonundan iki yıl sonra İstanbul’a geldim, asker kaçağıyım o aralar… Nereye gitsek, hangi mekâna girsek, bir vernicke-korsakoflu ile karşılaşırdık. İnsan onlarla karşılaşınca, ayakta durduğuna utanırdı. Zor yürümeleri, ağır konuşmaları, birinin refakatiyle dolaşmaları... Yaşamın hücreleştirilmesi her yere sirayet etmişti.
Aradan yine yıllar geçti, bir gün Kumbara Kafe'ye bir arkadaşım geldi; "yurt dışına tedaviye gidecek bir arkadaşımıza veda yapacağız, burada olur mu?" dedi, "tabi" dedim. Ardından Hacer geldi, hani yüzü yanan 19 Ocak’ın simgesi haline gelen Hacer Arıkan… Yurtdışına ilk ameliyatına gidecekti on yıl sonra, yoldaşları onu çok sevdikleri türkülerle uğurladılar. Bir yoldaşının dediğini unutamıyorum; "Göçmendir Hacer, Çok güzel bir kadındı, umarım düzelir." Bu bir dostun, yoldaşın aynayla barışmasına yakarışıydı. Hacer gitti. Aylar sonra tekrar karşılaştık; "nasıl oldun" dedim,  o cevap olarak "artık burnum var" diyerek espri yaptı. Şimdi ikici ameliyata gitti "çocuklar ondan korkmasın" diye, neşeyle konuşuyordu Hacer. 


Hacer Arıkan’ın ve Ahmet Kulaksız’ın isimleri silinmeyecek aklımızdan, onlar insanlığımızın aynası.
Sağmalcılar ise; şimdilerde bir metro durağı, cezaevi ise yıkılıp alışveriş merkezi yapılacakmış, bütün anlamları ardında bırakarak. Annemler oturur orada, acının yanı başında...  

Ahmet / 19 Aralık 2010

9 Aralık 2010 Perşembe

AHMET KAYA'YI ANMA GECESİNE KATILMIYORUZ.

Hepimizin çok sevdiği, Ahmet Kaya, 12 Şubat 1999 tarihinde Türkiye Gazeteciler Derneği’nin ödül töreninde çatal bıçak yağmuruna tutulmuştu. Bu olayın ardından yurtdışına çıkmak zorunda kalan Ahmet Kaya’yı 16 Kasım 2000 tarihinde yitirmiştik. Toprağında kır çiçekleri yeşersin.


Hayatı boyunca halktan yana, ezilenden yana tavır alan, Ahmet Kaya için 11 Aralık Cumartesi akşamı Lütfü Kırdar Kültür Merkezi’nde bir anma töreni yapılacak. Geceye Ahmet Kaya’nın eşi Gülten Kaya’nın, Başbakan R.T. Erdoğan’ı da davet ettiğini öğrenmiş bulunuyoruz. Hayatı boyunca iktidara karşı, muhalif olmuş bir sanatçıyı anma gecesine Başbakan’ın çağrılmasına bir anlam veremedik. Halk düşmanı Başbakan, Necdet Adalı için yazılmış olan ‘Şafak türküsü’ şiirini okuduğunda bile irkilmiştik.


Tertip komitesi geceye dair basına yapmış olduğu açıklamada şöyle demiş: “Biz gönderilen 1400 davetiyeyi isim, isim belirledik. Onun dışında Beyoğlu İstiklal Kitapevi, Bakırköy Beyaz Adam Kitapevi ve Kadıköy’deki Karga Sanat’ta 600 davetiye dağıtıldı. Bugün itibariyle davetiyeler tükendi. Kitapevlerine davetiyeleri tanıdığınız, bildiğiniz ve güvendiğiniz kişilere verin uyarısı yaptık. Onun için etkinlik sırasında katılacak siyasilere ve Başbakan’a yönelik bir provokasyon beklemiyoruz. Başbakan Erdoğan’ın vefa gösterdiğini düşünüyoruz’’ Açıklama karşısında hayretler içerisinde kalmış bulunuyoruz.


Başbakan’ın katılması üzerine; Bandista grubu geceden çekildiğini açıkladı. Biz hayatımız boyunca başbakana saygı gösterecek, bilinen ve güvenilen insanlar olmadık. Biz Başbakan'ın vefasını biliyoruz, tanıyoruz. Bizim yüreğimiz başbakanı protesto eden öğrencilerle, tekel işçileriyle, tekmelenerek çocuğunu yitirenlerle, polis tarafından sokak ortasında katledilenlerle, madenlerde ‘Kader’ sonucu ölen madencilerle, üzerinden yaşından fazla kurşun çıkarılan Uğur Kaymaz’la, dört yıldır esas katilleri bulunamayan Hrant’la birlikte atıyor. Yapılan anma gecesine katılmayacağız ve destekte vermeyeceğiz. Bilinir ve güvenilir arkadaşlara iyi geceler diliyoruz


An gelir onsuz 10 yıl geçer ama böyle bir gece geçmez…




Kumbara Sanat Atölyesi

BEN EN ÇOK, HERKESİ SEVDİM.

BEN EN ÇOK,  HERKESİ SEVDİM.

Bir İki doğum günü telefonu ve mesajı alınca elimdeki kitabı bıraktım ve kendimle ilgili düşünmeye koyuldum biraz. Gecenin bu saatinde okunacak bir şey de değildi zaten. Serbest atış, düzensiz bir şeyler yazmak istedim birden.

Şimdi aklıma geldi, hayatımın her yerinde zamansız şeyler yapmışım; erken âşık olmak, geç ayrılmak,  yetişememek, tez varmak gibi… Ama kendimi bildim bileli hep bir koşuşturmaca içinde oldum, hiç duraladığımı bilmem, tabi böyle olunca bir zamansızlık mefhumu da ortaya çıkıyor. Bu dünyaya bir sıfır yenik başlayan her yoksulun hayatı böyle değil mi biraz? Hep bir eksikliği giderme çabası, yetişme çabası diğerlerine, kendini ispat çabası, aslında yenik değilime inanma gayreti… Bi hırs, pis bi inat. Bu yenikliğin öyle pek kolay telafi edilemeyeceğini anlayınca, kadercilik, hayat kötü naraları,  hep hatayı başka şeylerde arama teraneleri… Artık kedilerle aram daha iyi.

O büyük gün gelince her şeyin değişmesi, Zweig’ın dediği;‘yıldızın parladığı anlar’ hepimiz için farklı olsa gerek. Benim hayatım bir Devrimci ile tanıştığımda değişti, sabahlara kadar garsonluk yaptığımız o kulüpte, gömleğinin içinden ‘Sosyalizmin alfabesi’ kitabını çıkardı ve gizlice bana verdi. O kadar zaman olmuş, hala adını unutmam Soydan’ın. Soyadını ‘Devrim’ diye yazmıştım, kitabın ilk sayfasına. Sonra sabahları çıkışta arada okuduğum parçaları bana anlattı, durdu. O günlerden sonra, önceleri daha sebepsizce kendime solcu dememi, daha bir anlamlandırdım sanırım. Tabi tevazudan henüz nasiplenmemiş ben, hafifte olsa böbürlenmeye başlamıştım. Bi fasiküllük birikim, bi fasiküllük devrimcilik.  Sonra aşk; hayata iki kişilik bir pencereden bakmayı öğrenmek… Bir başkasının hayatına dair hassasiyetleri bilmek, tanımak, anlamaya çalışmak ve hep duvara toslamak. Kadının akıllısı ile karşılaşmak, duvara toslamak gibi bir şey bizim gibi, kendini modern sanan taş kafalılar için. Erkeğin aynası kadın. Bir belgesel film festivali afişi geldi aklıma: en güzel kuş bu aynada akbaba gibi görünüyordu. Sosyalizm; bütün insanlığın eşitliği ve özgürlüğü için bir şey yapma niyetine ve gayretine sahip olmak ise eğer; Sevgi’de; bunun tek porsiyonluk formu olsa gerek. İnsanın ötekileşmek yerine kendileşmesi, derinleşmesi…

Şimdilerde; Eskiden okuduğum Marksizimin klasiklerini tekrar okumaya başladım, okumadığım eksikleri de tamamlayacağım. Uzun zamandır yakın dostum olan, Tuncay’ı düşünüyorum, o şimdi mahpus. Ne zaman görüşürüz bilmiyorum. Ben daha hiç hapis yatmadım, hiç kimseyi satmak zorunda kalmadım. Hiç işkence görmedim. Devletin acı ve sert yüzüyle pek karşılaşmadım, (eylemlerde yediğimiz sopalar hariç) ama karşılaşmak zorunda kalacağım günlere hazırlanıyorum. O gün gelecekse, iyi günlere gebedir, ‘motorları maviliklere süreceğimizin’ habercisidir. Ya da yanacağımızın; çıra gibi.

Yazmayı çok seviyorum, artık daha çok fırsat buluyorum, yazmanın güzel bir şey olduğunu ilk amcam söylemişti bana. Yine bir biyografi yazıyordum, okul ödeviydi. ‘Afferim’ dediydi, eli saçlarımda. Sonra ‘Yazmak insanı düşünmeye zorluyor’ cümlesi ile Althusser çıka geldi… Kenarda yarım bıraktığım kitapları bitiriyorum yavaş yavaş. Turgut Uyar, Cemal Süreya ve Edip Cansever’i hiç bitirmeyeceğim.

Çok insan tanıyorum, Deniz’in deyimiyle ‘Sosyal canavarlarız’ Artık dünyanın her kıtasında arkadaşım var, o kadar dağıldı yani. Çok uzakta, bir yeğenim var, insanın kardeşinin çocuğu olması çok ilginç. Onları hala çocuk görürken, kucaklarında bir çocukla gelmeleri. En çok kız kardeşim için kızgınım kendime, yıllarca sevgilisi olmasına itiraz ettim, evlenince hiçbir şey demedim. Kahrolsun toplumun bize dayattığı, bizimde mal gibi uyduğumuz ahlak…  Yaşasın kadınların onurlu direnişi!

Bu aralar yine takığım bir şeylere, ‘Yaşlılar Dersim türküleri söylüyor’ kasetinde (hala kaset) bir yaşlı kadın var, bir kına gecesi manisinden sonra ‘Tamam, sağol, Varol, Teşekkur ederim’ diyor, Dersim şivesi ile. Ben Türkçeyi bilmeyen, ya da şiveli konuşan yaşlı insanların (canım annem dâhil) İstanbul Türkçesi ile konuşma gayretlerine hayranım. Onlardaki karşılarındakini anlamaya çalışma ve saygı duyma anlayışının, onlara bunu yapmaya zorlayanlarda da olmasını ne çok isterdim. Tabi bu saygının yıllarca korkuyla büyütüldüğünü ve terbiye edildiğini unutmamak lazım.  (Word’de‘Türkçe’ kelimesini küçük harfle yazınca, otomatik olarak ilk (t) büyük (T) oluyor, vatandaş Türkçe yaz, çok yaz.)

32 yılı geride bırakmışım, bence çok dolu dolu geçti, ölsem gam yemem, ölmeye de niyetim yok ya neyse... Çok güzel insanlarla tanıştım, beraber aynı sofrayı paylaştık, aynı yolda yürüdük, beraber düştük, ayrı ayrı kalktık… Lakin daha yapacak çok iş var; bir yerlerde basılmamış karlar var, yerlere düşmemiş yapraklar var, şeker yiyemeyen çocuklar var, kendi dilini konuşamayan insanlar var, bu işlere adanacak bir ömür var, yeniden âşık olmak var, içilecek bir miktar daha rakı var, mezarına kır çiçeği dikilecek yoldaşlar var, var da var…

Bugün Saphirre diye bir binanın işçilerinin eyleminde çok yaratıcı bir afiş gördüm çok sevdim, çok güzeldi: ‘Bu gökdelen ödenmeyen işçi ücretleriyle yükseliyor’ İnsanın zekasına ve direnme gücüne hayranım.

Tüm dizilerdeki zengin ama mutsuz, fakir ama mutlu ve aynı zamanda onurlu tiplerden bıktım. Zengin olanlar mutsuz olmaya devam edebilirler. Hep beraber mutlu ve onurlu iken, zengin de olabiliriz. Bunun olması için zaten, şimdi ki zenginlerin bayağı mutsuz olması gerekecek. (burada bizim zengin olmamızdan kasıt, refah içinde yaşamaktan başka bir şey değil, zaten ötesinde gözümüz yok şükür.) Dizi demişken Cemile’yi pek seviyorum, bu zamanda öyle vefalı kadınlar pek yok, olsa da biz kıymetini bilmeyiz zaten…

Bir de Roman’lara çok imreniyorum, dünyanın en eğlenceli milleti, insan hem mücadele etmeyi bilmeli hem de arada yaşamayı, eğlenmeyi bilmeli. Mesela artık eylemlerde halay çekmek yerine Roman halkının milli dansı olan, dokuz sekizlik mi oynasak? Bu iyi bir başlangıç olabilir. Ama ne olur Erasmus’la gelen ecnebiler oynamasın, insanın kapı gıcırtısından nefret edesi geliyor. Yaş 32, yolun bir çeyreği geride kaldı. Umut dimdik ayakta.

Hâsılı, Kendi evrimimin takipçisiyim.

Ahmet / 29 Kasım 2010 / 01.00 suları

MARDİN’İN KURTARILAMAYIŞI!

MARDİN’İN KURTARILAMAYIŞI!

Gazetelerde bir haber çıktı geçenlerde, ‘Her yıl büyük bir coşku ile kutlanan 21 Kasım Mardin'in kurtuluş günü bundan sonra 'onur günü' olarak kutlanacak.’ diye.

Kutlamalardaki coşkunun, kime ait olduğu konusunda bir ayrıntıya girmemişti haber. Mesela bu coşku Mardin halkına mı aitti? Mardinliler her yıl 21 Kasım geldiğinde kendilerini coşku içerisinde sokağa atıp kutlamalara mı başlamaktaydı? Bilmiyoruz! Ya da halkta bayram gelmiş neyime havası hüküm sürerken… Bir takım devlet memurları, şehrin meydanında tören mi yapmaktaydı? Tabi törene ilkokul ve lise öğrencilerinin de, okulu asarak ( İdari izin mi? ) büyük bir sevinçle katıldığını eklememe gerek yok sanırım! Tören meydanın adının da, Mardin Cumhuriyet meydanı ya da Atatürk meydanı olması ihtimali var mı? Bilmiyoruz!

Mardinlilerde bu coşkunun olmadığına adım gibi eminim. Ama Mardin’de Mardinlilerin aklına bu tarihin kazınması için, 21 Kasım tarihinin bir ilkokula veya sokağa isim olarak verilmiş olduğunu tahmin ediyorsunuzdur umarım. Merak ettim, baktım, varmış. Bakınız: ‘Mardin 21 Kasım ilköğretim okulu’  Bu tahmini şuradan yaptım, ben Diyarbakır 5 Nisan ilkokulundan mezunum, yazıyı yazarken yanımdaki arkadaşıma sordum, Bandırma 17 Eylül ilkokulundan mezunmuş, her iki tarihte adı geçen memleketlerin kurtuluş günü! Bu kurtuluş günü rezilliğinde son nokta, Urfa – Diyarbakır arasında, yolcuların uğrak beldesi olan ‘Aligör’ de yaşanmıştı. Aligör’ün adı, Urfa’nın kurtuluş günü olan, 13 Nisan olarak değiştirilmişti. 

Gelelim habere konu olan meseleye; Türk Tarih Kurumu Mardin'in düşman işgaline uğramadığını belirtmiş. Mardin Artuklu Üniversitesi  Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Okutmanı Aysel Fedai’de, Mardin Belediyesi Meclis üyelerine bu konu ile ilgili sunum yapmış, Belediye Meclisi’de oybirliğiyle; ‘işgale uğramamış bir şehre kurtuluş günü düzenlemenin anlamsız olduğunu, 21 Kasım'ın bundan sonra "Mardin'in Onur Günü" olarak kutlanması’’ kararını almış.

Aysel Fedai, yaptığı sunumda daha çarpıcı iddialarda bulunuyor! Kendisinin ne kadar esprili bir insan olduğunu şu satırlarla daha iyi anlıyoruz "Mardin, Mondros Mütarekesi'nin ardından doğrudan işgale uğramamıştı. Ancak Urfa, Antep ve Maraş gibi komşu vilayetlerde meydana gelen olayların, Mardin halkını rahatsız etmemesi mümkün değildi. Mardin halkı, yaşanan işgaller karşısında tepkilerini ortaya koymaktan çekinmedikleri gibi, İngilizlerin başını çektiği bölgede ayrılıkçı bir hareket başlatma düşüncesine de alet olmadılar. Onlar bu zor günlerde ülkenin birlik ve bütünlüğüne sahip çıkmaktan başka bir şey düşünmüyorlardı. Mardin ateş açılmasına fırsat vermemiş ve buna istinaden çeşitli tedbirler almıştır. Bu vaziyet bizzat Mardin halkı tarafından ihdas edilmiş ve düşman burada silah istimaline cesaret gösterememiştir "  Nasıl ama…

Mardin halkı, düşmanın işgale yeltenememesine sevinsin mi? İşgale uğrayıp: Kahraman (Maraş), Gazi (Antep), Şanlı (Urfa) gibi sıfatlar alamadığına üzülsün mü, bilemedik! Tabi yedi bela Mardin’in, namı yedi düvele nam saldığı için, düşman kuvvetleri Mardin’e saldırmaya cesaret edemedi muhtemelen,  yoksa bunun Mardin’in stratejik önemi, düşman kuvvetlerinin lojistik ve askeri gücü ile hiç ilgisi yok.

Ancak, tarihsel gerçekliğin böyle olmadığı apaçık, Fikret Başkaya, ‘Paradigmanın iflası’ adlı kitabında şöyle diyor: ‘’Osmanlı İmparatorluğu Birinci Emperyalistler arası Savaş’a, taraf olarak katıldı,  katılmaktaki amaç paylaşımdan pay koparmaktı. Emperyalist paylaşım savaşına katılan bir ülkenin, antiemperyalist bir kurtuluş savaşı vermesi mümkün müdür?’

Esas sorulması gereken; Mardin’de yedi bin yıldır yaşayan, Süryaniler, Ermeniler, Keldaniler, Yezidiler gibi halkların nereye kaybolduğudur!  Onlar kaybolmadı Bayım, Sürgün ettik derseniz o başka… Mesela bugün hayranlıkla gezdiğimiz Mardin ve Midyat evleri kimlere aitti? Deyr-ül Zeferan Kilisesi’nde kimler ibadet ediyordu? Kurtuluş denilen kavramın, bir halk için sürgün, başka bir halk içinse asimilasyon anlamına geldiğini unutmamak lazım. Bu kurtuluş adı verilen hadiseye, kurucu özne tarafından, kendi ideolojisine aykırı gördüğü unsurlardan kurtulma operasyonu da diyebiliriz. Bizler, bu kurtuluştan yüz binlerce insanın canını kurtaramadığını ancak yıllar sonra öğrenebildik. Tabi bu acıyı yaşayanlar, bu gerçekliği hep biliyordu, hem de bir gün onların da başına gelebileceği korkusunu yaşayarak!  

Devlet budur… Kurtuluşunu kutlayamadığının, kurtulamayışını kutlar. Erkan-ı mülkiye; sokağa çıkıp selam dursun yeter.

Unutmayın, Bizim cumhuriyetimiz, başkalarının cumhuriyetini döver.

Ahmet / 21 Kasım 2010 Pazartesi

BEN EN ÇOK, HERKESİ SEVDİM.

BEN EN ÇOK,  HERKESİ SEVDİM.

Bir İki doğum günü telefonu ve mesajı alınca elimdeki kitabı bıraktım ve kendimle ilgili düşünmeye koyuldum biraz. Gecenin bu saatinde okunacak bir şey de değildi zaten. Serbest atış, düzensiz bir şeyler yazmak istedim birden.

Şimdi aklıma geldi, hayatımın her yerinde zamansız şeyler yapmışım; erken âşık olmak, geç ayrılmak,  yetişememek, tez varmak gibi… Ama kendimi bildim bileli hep bir koşuşturmaca içinde oldum, hiç duraladığımı bilmem, tabi böyle olunca bir zamansızlık mefhumu da ortaya çıkıyor. Bu dünyaya bir sıfır yenik başlayan her yoksulun hayatı böyle değil mi biraz? Hep bir eksikliği giderme çabası, yetişme çabası diğerlerine, kendini ispat çabası, aslında yenik değilime inanma gayreti… Bi hırs, pis bi inat. Bu yenikliğin öyle pek kolay telafi edilemeyeceğini anlayınca, kadercilik, hayat kötü naraları,  hep hatayı başka şeylerde arama teraneleri… Artık kedilerle aram daha iyi.

O büyük gün gelince her şeyin değişmesi, Zweig’ın dediği;‘yıldızın parladığı anlar’ hepimiz için farklı olsa gerek. Benim hayatım bir Devrimci ile tanıştığımda değişti, sabahlara kadar garsonluk yaptığımız o kulüpte, gömleğinin içinden ‘Sosyalizmin alfabesi’ kitabını çıkardı ve gizlice bana verdi. O kadar zaman olmuş, hala adını unutmam Soydan’ın. Soyadını ‘Devrim’ diye yazmıştım, kitabın ilk sayfasına. Sonra sabahları çıkışta arada okuduğum parçaları bana anlattı, durdu. O günlerden sonra, önceleri daha sebepsizce kendime solcu dememi, daha bir anlamlandırdım sanırım. Tabi tevazudan henüz nasiplenmemiş ben, hafifte olsa böbürlenmeye başlamıştım. Bi fasiküllük birikim, bi fasiküllük devrimcilik.  Sonra aşk; hayata iki kişilik bir pencereden bakmayı öğrenmek… Bir başkasının hayatına dair hassasiyetleri bilmek, tanımak, anlamaya çalışmak ve hep duvara toslamak. Kadının akıllısı ile karşılaşmak, duvara toslamak gibi bir şey bizim gibi, kendini modern sanan taş kafalılar için. Erkeğin aynası kadın. Bir belgesel film festivali afişi geldi aklıma: en güzel kuş bu aynada akbaba gibi görünüyordu. Sosyalizm; bütün insanlığın eşitliği ve özgürlüğü için bir şey yapma niyetine ve gayretine sahip olmak ise eğer; Sevgi’de; bunun tek porsiyonluk formu olsa gerek. İnsanın ötekileşmek yerine kendileşmesi, derinleşmesi…

Şimdilerde; Eskiden okuduğum Marksizimin klasiklerini tekrar okumaya başladım, okumadığım eksikleri de tamamlayacağım. Uzun zamandır yakın dostum olan, Tuncay’ı düşünüyorum, o şimdi mahpus. Ne zaman görüşürüz bilmiyorum. Ben daha hiç hapis yatmadım, hiç kimseyi satmak zorunda kalmadım. Hiç işkence görmedim. Devletin acı ve sert yüzüyle pek karşılaşmadım, (eylemlerde yediğimiz sopalar hariç) ama karşılaşmak zorunda kalacağım günlere hazırlanıyorum. O gün gelecekse, iyi günlere gebedir, ‘motorları maviliklere süreceğimizin’ habercisidir. Ya da yanacağımızın; çıra gibi.

Yazmayı çok seviyorum, artık daha çok fırsat buluyorum, yazmanın güzel bir şey olduğunu ilk amcam söylemişti bana. Yine bir biyografi yazıyordum, okul ödeviydi. ‘Afferim’ dediydi, eli saçlarımda. Sonra ‘Yazmak insanı düşünmeye zorluyor’ cümlesi ile Althusser çıka geldi… Kenarda yarım bıraktığım kitapları bitiriyorum yavaş yavaş. Turgut Uyar, Cemal Süreya ve Edip Cansever’i hiç bitirmeyeceğim.

Çok insan tanıyorum, Deniz’in deyimiyle ‘Sosyal canavarlarız’ Artık dünyanın her kıtasında arkadaşım var, o kadar dağıldı yani. Çok uzakta, bir yeğenim var, insanın kardeşinin çocuğu olması çok ilginç. Onları hala çocuk görürken, kucaklarında bir çocukla gelmeleri. En çok kız kardeşim için kızgınım kendime, yıllarca sevgilisi olmasına itiraz ettim, evlenince hiçbir şey demedim. Kahrolsun toplumun bize dayattığı, bizimde mal gibi uyduğumuz ahlak…  Yaşasın kadınların onurlu direnişi!

Bu aralar yine takığım bir şeylere, ‘Yaşlılar Dersim türküleri söylüyor’ kasetinde (hala kaset) bir yaşlı kadın var, bir kına gecesi manisinden sonra ‘Tamam, sağol, Varol, Teşekkur ederim’ diyor, Dersim şivesi ile. Ben Türkçeyi bilmeyen, ya da şiveli konuşan yaşlı insanların (canım annem dâhil) İstanbul Türkçesi ile konuşma gayretlerine hayranım. Onlardaki karşılarındakini anlamaya çalışma ve saygı duyma anlayışının, onlara bunu yapmaya zorlayanlarda da olmasını ne çok isterdim. Tabi bu saygının yıllarca korkuyla büyütüldüğünü ve terbiye edildiğini unutmamak lazım.  (Word’de‘Türkçe’ kelimesini küçük harfle yazınca, otomatik olarak ilk (t) büyük (T) oluyor, vatandaş Türkçe yaz, çok yaz.)

32 yılı geride bırakmışım, bence çok dolu dolu geçti, ölsem gam yemem, ölmeye de niyetim yok ya neyse... Çok güzel insanlarla tanıştım, beraber aynı sofrayı paylaştık, aynı yolda yürüdük, beraber düştük, ayrı ayrı kalktık… Lakin daha yapacak çok iş var; bir yerlerde basılmamış karlar var, yerlere düşmemiş yapraklar var, şeker yiyemeyen çocuklar var, kendi dilini konuşamayan insanlar var, bu işlere adanacak bir ömür var, yeniden âşık olmak var, içilecek bir miktar daha rakı var, mezarına kır çiçeği dikilecek yoldaşlar var, var da var…

Bugün Saphirre diye bir binanın işçilerinin eyleminde çok yaratıcı bir afiş gördüm çok sevdim, çok güzeldi: ‘Bu gökdelen ödenmeyen işçi ücretleriyle yükseliyor’ İnsanın zekasına ve direnme gücüne hayranım.

Tüm dizilerdeki zengin ama mutsuz, fakir ama mutlu ve aynı zamanda onurlu tiplerden bıktım. Zengin olanlar mutsuz olmaya devam edebilirler. Hep beraber mutlu ve onurlu iken, zengin de olabiliriz. Bunun olması için zaten, şimdi ki zenginlerin bayağı mutsuz olması gerekecek. (burada bizim zengin olmamızdan kasıt, refah içinde yaşamaktan başka bir şey değil, zaten ötesinde gözümüz yok şükür.) Dizi demişken Cemile’yi pek seviyorum, bu zamanda öyle vefalı kadınlar pek yok, olsa da biz kıymetini bilmeyiz zaten…

Bir de Roman’lara çok imreniyorum, dünyanın en eğlenceli milleti, insan hem mücadele etmeyi bilmeli hem de arada yaşamayı, eğlenmeyi bilmeli. Mesela artık eylemlerde halay çekmek yerine Roman halkının milli dansı olan, dokuz sekizlik mi oynasak? Bu iyi bir başlangıç olabilir. Ama ne olur Erasmus’la gelen ecnebiler oynamasın, insanın kapı gıcırtısından nefret edesi geliyor. Yaş 32, yolun bir çeyreği geride kaldı. Umut dimdik ayakta.

Hâsılı, Kendi evrimimin takipçisiyim.

Ahmet / 29 Kasım 2010 / 01.00 suları

Ahmet Kaya’ya Dair…

Ahmet Kaya’ya Dair…
 Bu memlekette adına üç satır yazı yazmaya değecek yegâne adamlardan biridir, Ahmet Kaya.
Biz onu hep, evinin oturma odasında, yanında sevgilisi Gülten, kucağında kızı Melis yanında ismini bilmediğimiz başka bir abla ile olan fotoğrafıyla hatıllayacağız. Arkasında tül perde, solda televizyon sehpası… Sehpanın üzerindedir sahibinin sesi, ama ekranı kapalıdır. Önlerinde duran sehpada ‘rakı sofrası’ kuruludur. Masanın padişahı rakı başköşededir, eski, şişesi ile… Bu sofralardaki, çevirince çıtırtlayan alüminyum kapaklı, ispirto şişesine benzeyen mavi etiketli yeni rakı şişesi unutulmazdır. 
 Ahmet Abi, mahalleden bir adama benzer. Hiç ünlü bir adam gibi görünmez, azıcık sakallı, babayiğit görünümlü, Solcu hangi adamı görsek ona benzetiriz. Haksızlığa her daim sesini yükseltecek, deli dolu herkes, onu andırır. O sebeple bize hiç yabancı değildir.
 Yoksul mahallelerinde en çok o dinlenir, sonradan olma entellere arabesk görünür. Bu entellerin ‘lektüelleri ve yürekleri’ pek eksiktir. Ahmet Abi, arkasından tam gaz gidilecek, sorgulanmayacak adamlardan biridir. Haa… Yanlışı yok mu? Vardır. Ama biz birbirimizi biliriz!
 Onu son hatırladığımız olay kendisine çatal bıçak fırlatılması olayıdır, bir de aramızdan gurbet ellerde ansızın ayrılışıdır. O güne kadar hasetle, sonrasında saygıyla baktığımız memleketin en güzel kadınının sevgilisinin ve gazeteci Savaş ay’ın siper olduğu o gecede ‘mıtrıp magazincilerin’ hakaretine ve saldırısına maruz kalmıştır… 
 O gece, bugün kendisini, memleket entelijansiyasına kabul ettirmeye çalışan bir grup beyazlaşan Kürt ve Kara Türk sus pus olmuştu. Kürd’ün beyazlığı hayınlığından, Türk’ün karalığı ırkçılığındandır. Hayat budur… Bir şeyin beyazı ile siyahı kimi zaman aynı şeydir, ya da aynı yerde buluşur. Ertesi günlerde, şimdilerde pek demokrat kesilen, Ertuğrul Özükök, Oktay Ekşimiş, Fatih Çemkirir, Cenk Korayt ise, 12 Eylül sonrası cunta güzellemesi yapan gazetecilere taş çıkartacak yazılar kaleme almıştır, Ahmet Kaya’ya karşı. O ise Nazım Hikmet gibi, vatan hainliğine devamdadır.
 İnsanın kendi yarattığı çamur, doğum lekesi gibidir, yıkamakla geçmez. Halkın nezdinde, her yara kapanır amma, vicdan yarası kapanmaz. Gayrı, New York’a on beş minare diksen kâr etmez.
 An gelir, Acılara tutunarak dağlara şarkı yazanlar hatırlanır… Ama Cellâtlar hatırlanmaz… Onların artık başı artık derttedir! Bayram sabahı, memleketin kırk hamamında, kırk tas zemzem ile yıkansalar arlanmazlar.
 Biz üç kişiydik, ikisi şimdi Paris’te yatıyor, Biz ise koca bir halk devinip duruyoruz, yüreğimizin magmasında. Ahmet Abi’nin mendili ise hala kanıyor, kan sesleri ile.

Toprağınızda kır çiçekleri yeşersin.

Ahmet / 16 Kasım 2010 Salı

DÜN ERMENİ’YE, BUGÜN KÜRD’E!

DÜN ERMENİ’YE, BUGÜN KÜRD’E!

‘’24 Nisan 1915'in şafak vakti. Özellikle İstanbul'daki Ermeni aydınları, yazarlar, sanatçılar, öğretmenler, avukatlar, doktorlar, mebuslar teker teker alınırlar evlerinden. Götürülürler... Ve bir daha da geri dönmezler. İşte, birkaç gün sonra bütün Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde gerçekleştirilen "Tarihsel Ermeni Dramı"nın başlangıcıdır bu tarih.’’

Yukarıdaki paragraf; Hrant Dink’in 23 Nisan 1996 yılında, Agos gazetesinde yayımlanan ‘23,5 Nisan’ adlı yazısından alıntı. Neler yaşandığını anlatmaya yetiyor. Tek dilli, tek uluslu, tek dinli ama sözüm ona laik bir ülke kurmaya çalışmanın ilk adımlarından biridir; Ermeni Tehciri. Bir yandan emperyalist paylaşım savaşına pay kapmak için giren Osmanlı kadroları, diğer yandan içeride, başka bir savaşı başlatmıştır. Farklı gördüğü, kendine tehdit saydığı tüm ‘anasırları’ temizlemek ise atadan kalma bir yöntem olarak, tarihinin kanlı sayfalarında mevcuttur. Bir milyonun üzerinde insan -ki bu insanlar kendi tebaasındandır- yurtlarından, işlerinden, dostlarından ayrı yaşamaya zorlanmıştır. Kalan tüm maddi varlıkları, Türk burjuvazisine pay edilmiş, yanlarında götürebildikleri ise yolda, Teşkilat-ı Mahsusa tarafından gasp edilmiştir. Göçe zorlananların kaçının göç ettirildiği yere varabildiği, yaşanan dehşetin en büyük ispatıdır.

Ermeni tehciri, Asuri/Süryani/ Keldani’lere yapılan katliamlar, Kürt’lere yapılan katliamlar, Alevi’lere yapılan katliamlar, Osmanlı’nın, cumhuriyete bıraktığı mirastır. Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi, aldığı mirası devam ettirmesinin tarihidir. Tehcirden sonra ülkede kalan Ermeni’ler ayrımcılığa uğramış, her daim ikinci sınıf vatandaş olarak görülmüş ve onlara sürekli şüpheyle bakılmıştır. Üç yüz ila dört yüz bin arasında Ermeni, tehcirden sonra Türkiye sınırları içerisinde yaşamaya devam etmiş ancak sistematik işleyen politikalar sebebiyle, kalanlar da zaman içerisinde göç etmiştir. 1915’te on üç milyon nüfus içerisindeki bir buçuk milyon Ermeni’den, nüfusun yetmiş milyona çıktığı günümüzde, sadece yetmiş bin kişinin kalması bunun en büyük göstergesidir.

Bu ülkenin kanlı tarihi, bünyesinde çok trajedi barındırır. 6–7 Eylül olayları, 1938 Dersim katliamı, askeri darbeler, Maraş ve Çorum katliamları… Saymakla bitiremeyiz. Bütün bu katliamlarla, zorunlu göçlerle, asimilasyon politikalarıyla yapılmaya çalışılan, tek tip ulus yaratma gayreti, bu coğrafyada tutmamıştır. Ermeniler tüm yaşananlara rağmen, resmi tarihi reddederek gerçekleri söylüyor ve kültürlerini yaşatmaya devam ediyor. Kürt halkı otuz yıldır bütün baskıya ve zulme rağmen direniyor. Farklı inançlardaki insanlar, inançlarını özgürce yaşamak için mücadele veriyor.

Yüzyıllarca barış içerisinde kardeşçe yaşayan Anadolu halkları, birbirine düşman edilmeye çalışılmaktadır. Ahmet Türk’e yapılan saldırı, bazı şehirlerde Kürt işçilere karşı yapılan saldırılar, Hrant Dink’in katledilmesi, Malatya Zirve Kitapevi Katliamı, 1915 zihniyetinin değişmeden devam ettiğini ve kamuoyunun da bunları meşru görecek bir noktaya çekilmeye çalışıldığını gösteriyor.

“Soykırım mı? Tehcir mi?” tartışmaları, tarihçiler tarafından yapılsın diyen devlet, tarihçilerin ve akademisyenlerin, 1915'te yaşananlar ile ilgili Ankara'da yapmak istediği sempozyumu engellemeye çalıştı, sempozyumun yapılacağı salon sürekli değiştirilmek zorunda kaldı. Buna rağmen organizatörler tarihle yüzleşmek için sempozyumu iptal etmedi ve sempozyumu geniş bir katılım ile gerçekleştirdiler. 24 Nisan günü, 1915 yılında yaşamını yitirenleri anmak için Taksim Meydanı’nda toplanan insanlara sivil faşistler saldırmaya çalıştı, güvenlik görevlileri ‘‘hoşgörü’’ içerisinde saldırganları uzaklaştırdı. Tehcir edilen insanların trenlere bindirildiği Haydarpaşa Garı’nda eylem yapan İnsan Hakları Derneği üyelerine ve eylemcilere de saldırıda bulunuldu. Bu baskıların toplumsal direnci engelleyemediği ortadadır. Bütün toplumsal olayların öncesinde eylemciler, medyaya taşınarak –‘‘haber’’ adı altında- sivil faşistlere hedef gösterilmektedir. Baskı ancak, direnenlerin direncinin şiddetini arttırır. Bu tarihle sabittir.

Halkları birbirine düşman etme gayreti içerisindeki egemenler ve emrindeki bürokrasi, bu katliamlarla hem tek tip, milliyetçi, muhafazakâr bir toplum yaratma gayreti içerisindedir hem de yarattığı sömürü ve eziyet düzenini gizlemeye çalışmaktadır. Bu ülkenin halklarının birbiriyle bir sorunu yoktur, birbiriyle barış içerisinde yaşamayı da bilir, diğerinin iradesine ve varlığına saygı göstermeyi de…

Bu gidişata ‘’sahte açılımlar’’, ‘’kendine demokratlıklar’’ değil, halkların, ezilenlerin ve emekçilerin ortak mücadelesi dur diyebilir. Ezilenlerin ve emekçilerin kaybedecekleri bir şey yoktur, bölüşecekleri bir lokma ekmek, kazanacakları özgür bir dünya vardır.

Yaşasın halkların kardeşliği, isçilerin ve ezilenlerin eşit ve özgür birlikteliği!

( Ahmet Saymadi - Toplumsal Özgürlük Dergisi 4/32 – 2010 sayısında yayınlanmıştır. )

Ahmet / 09 Haziran 2010 Çarşamba

Şnorhavor Zadig

Şnorhavor Zadig*

Dünyanın birçok ülkesinde iç ve dış göç hareketleri var ve göç edenler gittikleri her yerde sorun yaşıyor. Yoksulluğun arttığı, yaşam koşullarının zorlaştığı ülkelerden, koşulların daha iyi olacağına inanılan ülkelere, ekonomik olarak daha yoksul bölgelerden daha zengin bölgelere ya da çatışmalı bölgelerden daha güvenli bölgelere doğru bir göç hareketi yaşanıyor. Göç edilen yerlerdeki siyasi iktidar ve toplum, göç edenleri daha alt sınıftan insanlar olarak gördüklerinden, göç edenler üçüncü sınıf insan muamelesi görüyor. Toplumsal işbölümünde en ağır işleri, en yoksullar yapıyorken, göçmenlerin gelmesiyle beraber, yoksulluğun da bir alt kademesinde görülen göçmenler bu işleri yapmak zorunda bırakılıyor. Yaşam koşulları herkesten daha zor olan bu göçmenler, bir yandan yoksullukla mücadele ederken aynı zamanda eşit yurttaş olmanın, insanca yaşamanın mücadelesini veriyor. Hükümetler, eğitim ve sağlık hizmeti götürmek zorunda olmadıklarını düşündükleri göçmenlerin ülkeye girişine göz yumuyor, tüm sosyal güvencelerden yoksun yaşayan bu insanlar, bir nevi ‘ucuz emek’ kapısı olarak görülüyor. İç göç ile gelenlerinde halleri çok iç açıcı değil, şehirlerin varoşlarında yaşayan, sosyal hizmetleri çok kötü koşullarda olan bu insanlar, kayıt dışı ve sosyal güvencesiz çalıştırılıyor, çalışma saatleri günde 12 ila 16 saat arasında değişiyor.

Göçmenlerin yaşadığı başka bir dram ise, ilişkiye geçebildikleri çevreler tarafından kullanılmaları ve sömürülmeleri. Göçmenlere göç ettikleri yerlerde göçmen olmanın getirdiği, yoksunluklar ve zorunluluklar sebebiyle normalde verilen ücretlerin çok daha azı veriliyor, hem de sosyal güvence sağlama zorunluluğu olmadan. Kürt inşaat işçilerinin emeği üzerinden zenginleşen Kürt müteahhitler, Ermeni göçmenler sırtından zenginleşen Ermeni kuyumcular bunların bilindik örnekleri.

Birkaç hafta önce Başbakan, BBC’ ye, “Türkiye’de 170 bin Ermeni var, 70 bini vatandaşım, ama 100 binini idare ediyoruz. Gerekirse, bu 100 binine ‘Hadi siz de memleketinize’ diyeceğim” dedi. Türkiye’de yaşayan Ermeni göçmenler için ‘Tehcir’ tehdidini savuran Başbakan, bu insanların neden burada olduğunu, hangi koşullarda yaşadığını düşünmedi bile. Başbakan her zamanki gibi, bu kabahati için özür de dilemedi. Artık herkes tarafından, durumlarının zorluğu bilinen Ermeni göçmenlerin yaşam koşullarını düzeltmek gibi bir girişimde yok. Canan Arıtman’ın ‘bizim önerimizdi’ demesi başka bir insanlık ayıbı olarak hanemize yazılmış durumda. ‘Bedros Şirinoğlu’ isimli bir Ermeni vatandaşı, Ermeni cemaati sözcüsü olarak konuşturup, Başbakan’a cemaat içerisinden destek bulunmaya çalışılması ise tam bir ikiyüzlülük örneği. Toplum olarak Bedros gibilere, güneydoğuda köyler yakılırken ve insanlar zulüm altında yaşarken köy korucusu olanlardan aşinayız.

1915 olaylarının yaşandığı bu topraklara geri dönmenin, buraya göç eden insanlar açısından nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışmak, göçmenlerin durumunu kavramamıza yardımcı olacaktır. Ermenilerin isimlendirmesiyle ‘Büyük Felaket’in’ başladığı gün olan 24 Nisan’a günler kalmışken bu tarz söylemlerin, bu ülkede yaşayan Ermeni yurttaşlarımızı ne denli rahatsız ettiğini görmek gerek.

Kimsenin yaşamı siyasi bir pazarlık konusu değildir. Herkes insanca yaşama hakkına sahiptir. Tüm göçmenler bu ülkede yaşayan diğer insanların sahip olduğu sosyal ve siyasal haklardan faydalanabilmelidir. Tabi yurttaşların sosyal haklarının yeterli olmadığını ve bunun da iyileştirilmesi gerektiğini eklemek gerek.

Geçtiğimiz yıllarda yapılan ‘özür diliyoruz’ kampanyasında olduğu gibi, Başbakan’ın ve diğer siyasetçilerin yaptığı açıklamalar için ve bu zihniyeti ortadan kaldıramadığımız için Ermeni halkından özür diliyorum ve tüm Ermeni halkının yaklaşmakta olan ‘Paskalya bayramını’ en içten dileklerimle kutluyorum.

Gün, Bedroslardan, Tayyiplerden, Arıtmanlardan, hesap sorma günüdür.


*Paskalya bayramınız kutlu olsun.

Ahmet / 30 Mart 2010 Salı

CEJNA NEWROZ PÎROZ BE!

CEJNA NEWROZ PÎROZ BE!

Siyasi iktidarlar, kimi zaman politikaları ne kadar baskıcı olursa olsun, toplumda yer eden, halkın içselleştirdiği bazı şeyleri değiştiremiyorlar. Tıpkı İran İslam Devrimi'nin 1979'da iktidara geldikten sonra, Zerdüşt inanışına göre yılbaşı sayılan ve halk tarafından dini bir bayram olarak kutlanan Newroz bayramını yasaklaması gibi. Halk yasağa rağmen Newroz bayramını kutlamaya devam etti ve İran hükümeti yasağı kaldırmak zorunda kaldı.

Türkiye'de Kürt halkına karşı uygulanan doksan yıllık inkar, imha ve asimilasyon politikalarına rağmen, Kürt halkı, Newroz bayramını kutlamaktan vazgeçmiyor. Bu bayram hem ilkbaharın gelmesiyle beraber gelen bereket için, hem de efsaneye göre özgürlük ateşini yakan Demirci Kawa için kutlanıyor. Newroz, Bir anlamda bir halkın yeniden doğuşu anlamına geliyor. Newroz, Kürt halkında, direnmenin ve varoluşun karşılığı. Newroz boyun eğmemektir, yaşatılan tüm zulme karşı durmaktır. Kürt'ler bu sebeple Newroz'da başlarına ne geleceğini bildikleri halde sokağa çıkmaktan çekinmiyor, zorbalık arttıkça Kürt halkının direnişi de o denli artıyor.

Newroz, Kürt halkı tarafından çok önceden beri kutlanmasına rağmen son otuz yılda daha çok önem kazandı. Kürt halkının özgürlük mücadelesinin, Kürtlere yaşattığı Rönesans ile halk kendi değerlerine daha sıkı sahip çıkmaya başladı. Uzun zamandır Kürtler için çok daha önemli bir bayram olan Newroz, Kürtlerin varlıklarını tüm gerçekliğiyle ortaya koydukları gün oldu.

Kürd'ü, yok sayan, ''kart kurt'' diyen devlet, Newroz'u da yok saydı. Newroz'u kutlayanlara yıllarca müdahale etti, kitlelerin üzerlerine ateş açtı, insanları sokak ortasında öldürdü. Sadece 1992 Newroz'unda
Cizre'de, elli yedi kişi yaşamını yitirdi. Kutlama alanlarına gidenler gözaltına alındı. Başka illerden Newroz'u kutlamak için bir araya gelmeye çalışan insanlar engellendi, insanlar otobüslerde günlerce bekletildi. Toplanmayı başaran insanların üzerinde F16 uçakları alçak uçuş yaptı. Kürt halkının Newroz'u kutlamaması için devlet elinden geleni ardına koymadı. Kürt halkı direndi, yılmadı. Neredeyse her Newroz'da yeniden doğdu.

Kürt halkını engellemeyi başaramayan devlet, kendi ''nevruz''unu yaratmaya çalıştı. Bakanlar ve valiler, kolejlerin pilav gününe çevirmeye çalıştıkları Newroz'da, üç beş odun yakıp üzerinden atladılar. Mehter takımlarına marşlar eşliğinde yürüyüş yaptırdılar. Yazılı ve görsel basında Newroz'un asıl adının ''nevruz'' olduğunu, Orta Asya'dan beri kutlandığını, bir Türk bayramı olduğunu söyleyip durdular. Türk halkı unuttuğu bir bayramı Kürt Özgürlük Hareketi sayesinde hatırladı veya yeni bir bayram sahibi oldu.

Bu yıl da Newroz bayramı olanca coşkusuyla kutlanmaya başlandı. Yüksekova ilçesinde başlayan kutlamalardaki coşku, 21 Mart'ta ülkenin dört bir yanına yayılacak. Bizler Kürt halkının bayram olarak kutladığı bugünde, İstanbul Kazlıçeşme'de onlarla beraber olacağız. Newroz bayramının barışın ve kardeşliğin sesini yükselteceğine inanıyoruz.

Fırat ile Kızılırmak'ın, İstanbul ile Amed'in, heval ile yoldaş'ın, Newroz ile 1 Mayıs'ın kardeşleştiği bir ülke istiyoruz. Newroz bayramımız kutlu olsun.
Ahmet / 20 Mart 2010 Cumartesi

NEWROZ ÇOCUKLARINA


NEWROZ ÇOCUKLARINA
Kaşı kara, gözü kara çocuk!
Henüz, birleştirmeyi yeni öğrendiğin üç parmağının arasında,
Ürkek bir zafer, ürkek bir hayat var…
Hayat, başına bağladığın isyanın renklerinde çocuk,
Hayat, omuzlarında yükseldiğin halkta,

Zulmün kararttığı bir coğrafya da her gün…
Yeşermek, toprak gibi
Kızıllaşmak, güneş gibi
Sararmak, başak gibi.
Ve direnmeyi, tebessüm ederek öğrenmek…


Kaşı kara, Gözü kara çocuk!
Mazlum'un yadigârı çocuk!
Solmayasın haaa,
Sakın haa.


Ahmet / 18 Mart 2010 Perşembe

ACIMASIZ HAYAT

ACIMASIZ HAYAT

Geçtiğimiz günlerde, Bursa'nın Mustafakemalpaşa ilçesi, Deveci konağı beldesindeki maden ocağında grizu patlaması meydana geldi. Oluşan göçüğün altında kalan 19 işçi yaşamını yitirdi. Ölenlerin yakınlarına Başbakanlık Acil Yardım Fonu'ndan beşer bin liralık yardım yapılacak.

Çalışma ve sosyal güvenlik Bakanlığı müfettişleri 6 ay önce denetlemede bulunmuş. Madende grizu sistemi olmadığını, gaz ölçümünün sağlıklı yapılmadığını ve anti grizu cihazlarının bulunmadığı tespit etmiş. İnceleme yapılması eksikliklerin giderilmesi anlamına gelmiyor, gerekli önlemlerin alınıp alınmadığının sürekli takibi de gerekiyor. İşçileri sağlığının korunması için önlem alınmayan, iş güvenliği koşulları sağlanmayan bu yerlerde insan yaşamı daha fazla kar için, hiçe sayılıyor.

İşçilerin anlatımlarında gaz maskesi bile verilmediği, evlerinden getirdikleri tülbentlerle yüzlerini bağladıkları, çalıştıkları yerde işyeri hekimi dahi olmadığı, çalışma kampı koşullarında çalıştıkları, ifade ediliyor. Madende çalışan işçilerin 700-800 lira maaş aldığı ve günde 30 vagon kömür çıkarılmaması durumunda ise madencilerin ücretlerinin ödenmediği de yine işçiler tarafından ifade ediliyor. İşçiler iş bulamadıkları için madende çalışmak zorunda kaldıklarını söylüyorlar. Çektikleri bu çilenin bedeli ise günlük 25 lira.

İşsizliğin ve yoksulluğun insanları bu kadar kötü koşullarda yaşamaya mecbur kıldığı sistem, ülkenin dört bir yanında aynı şekilde işliyor. Bizler; iş güvenliğinin olmadığı bu yerleri Davutpaşa’daki tekstil atölyelerinden, Tuzla’daki tersanelerden, Zonguldak madenlerinden biliyoruz.

Olayı ‘münferit’ bir olay gibi yansıtan iktidar, sanki bu koşullara hiç müsamaha göstermiyormuş gibi yapıp, bütün sorumluluğu maden işletmecisine yükleyerek kendini aklamaya çalışıyor. Başbakanlık fonundan verdiği ‘Kan Parası’nı’ iktidara yakın medya sürekli altyazı olarak geçiyor, çok iyi bir şeymiş gibi. Bir insan yaşamının bedeli beş bin lira mıdır? Önlerine attıkları beş bin lira ile bu aileleri susturmaya çalıştıklarını anlamıyor muyuz?

Ölen işçilerden 23 yaşındaki Emir Ali Turhan. “Hayalimdeki şey” dediği, aylarca para biriktirip, birkaç hafta önce aldığı motosikletinin üzerine, ‘Acımasız Hayat’ yazmış.

Bu iktidarın eli kanlıdır Emir Ali, bu iktidarın elinde senin kanın var, bu ülkenin yoksullarının, ezilenlerinin kanı var.

Haklısın Emir Ali, hayat sana acımadı. Umarım ‘Acımasız hayat’ bir gün seni ve nicelerini bu koşullar altında yaşamak zorunda bırakan ve o yaşama bile göz diken zalimlere de acımaz.

Hayat acısa bile biz acımayacağız Emir Ali, Sana sözümüz olsun.

Ahmet / 14 Aralık 2009 Pazartesi

DTP KAPATILDI. KARAR; TSK, AKP VE ANAYASA MEHKEMESİ ORTAK KARARIDIR.

Bugün itibariyle, bu ülkede barışın bayrağının yükselmesinin, halkların kardeşleşmesinin yegâne adreslerinden birisi artık yok. Anayasa Mahkemesinin kararı ile ‘Demokratik Toplum Partisi’ kapatıldı. Demokratik açılım diye adlandırılan bu süreçte DTP’nin kapatılması tamamıyla Adalet ve Kalkınma Partisinin işine yaramıştır. Karara AKP’ye yakın üyelerin de imza atması ve kararın oybirliğiyle alınması bunun en önemli göstergesidir. Karar siyasidir ve birilerinin aleyhine birilerinin ise lehine olacak sonuçlar doğuracaktır. Anayasa mahkemesinin AKP’yi kapatmaması ile DTP’yi  siyasal sonuçları aynıdır. Bu sebeple Anayasa mahkemesine yüklenmektense AKP’nin temsil ettiği zihniyete yüklenmek daha yerindedir.

Alınan karar Demokratik açılım denilen süreci AKP’nin istediği gibi yönlendirmesinin önünü açmaktadır. Çatışmayı ve savaşı önümüze bir çözüm olarak getiren bu karar, sorunu çözmekte oluşacak tüm barışçıl çabaların önünü kesmeye yöneliktir.

DTP içinde uzun zamandır ılımlılar ve radikaller diye bir ayrım gözlenmekteydi. Bu ise sorunun çözümünde izlenecek yol ile ilgili bir görüş ayrılığıydı. Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk ılımlı kanadın en önemli isimleriydi. Bu isimler, Söyledikleriyle ve yazdıklarıyla Kürt halkı tarafından çözüm noktasında ciddiye alınan ve takip edilen isimlerdi. DTP’nin, marjinalleşmemesinin ve daha geniş kitlelere ulaşmasının önemli unsurlarıydılar. Aslında milletvekilliğini düşürme noktasında, Anayasa mahkemesi tarafından ikisinden daha radikal isimler olmasına rağmen, bu isimlerin milletvekilliğinin düşürülmesi, DTP’yi marjinalleştirme ve radikalleştirme adımıdır. Kürt halkı içerisinde DTP’nin, gücünü azaltmanın bir yolu da budur. Parti içinde sözü radikallere bırakmak ılımlıları susturmak anlamına gelmektedir. Anayasa mahkemesinin kararı acaba kimin işine yaramaktadır?

Bu ise önümüzdeki seçimlerde PKK’ye mesafeli ama çözüm odağı olarak DTP’yi gören Kürt yurttaşlara, çözümde adres olarak, AKP’yi göstermektir. Alınan karar AKP’nin önünü açması ve Demokratik açılımın çapının daralarak devam etmesi anlamına gelmektedir. AKP Demokratik açılımda batı illerinde kaybettiği oyu, DTP’nin, kan kaybetmesi ile Kürt illerinden almanın hesabını yapmaktadır.

Siyasi yasak getirilen isimler de bence bu tezi doğrular niteliktedir, Yasaklanan, Leyla Zana ve Sedat Yurttaş Kürt halkı tarafından çok önemsenen ve saygı duyulan isimlerdir. Selim Sadak AKP’nin çok güçlü olduğu ve Başbakan’ın milletvekili seçildiği, Siirt ilini alacak kadar halk tarafından sevilen ve sayılan bir isim, Orhan Miroğlu ise hem Musa Anter’in yeğeni hem de Kürt halkı tarafından ilgiyle takip edilen bir yazardır. Diğer yasaklanan belediye başkanları da aynı çizgidedir ve İl yöneticileri de parti içerisinde önemli görevler yüklenen insanlardır. Amaç tamamen DTP'nin temsil ettiği siyasal hareketi zayıflatmaktır.

Yapılan Kürt siyaseti içerisinde vizyon sahibi, halk tarafından bilinen, tecrübeli, sevilen ve sayılan isimleri devre dışı bırakarak Kürt siyasal hareketini geriletmek ve açılım sürecinde en aza razı etmektir. Kürt siyasal hareketinin radikalleşmesinin kimseye faydası yoktur. Türkiye halkının ihtiyacı olan tek şey tarafların birbirini anlamaya çalışması ve barışın yolunu bulmasıdır, Bu ise zor bir mesele değildir.

Aylar önce başlayan kapatma davasının bu şekilde sonuçlanması, tam da Tayyip Erdoğan’ın Amerika ziyaretinden sonra olması, ABD’de belirli pazarlıkların yapıldığı anlamına mı gelmektedir? İcazet bu yönde mi alınmıştır?

Karar Anayasa Mahkemesi, Türk silahlı Kuvvetleri ve Adalet ve Kalkınma Partisinin ortak kararıdır. Karar sebebi ile Anayasa mahkemesine yüklenmenin anlamı yoktur. İki yıldır anayasa mahkemesi raflarında bekleyen dosya indirilmiş ve ortak kararla DTP kapatılmıştır. Karar resmi ideolojinin kararıdır.

Kararı boşa çıkarmak, barış bayrağını yükseltmek, tıkanan sürecin önünü açmak bizim görevimizdir. Kapatma kararından sonra atılan, ‘Hepimiz Kürd’üz, Hepimiz DTP’liyiz’ sloganı çok anlamlıdır. Herkes bu süreçte Kürt’lerin derdine ortak olmalı ve daha güçlü bir demokratik hamleyi başlatmanın yollarını aramalıdır.

Bakalım durmuş saat bile günde iki kere doğruyu gösterir deyip, AKP’ye alkış tutan, Taraf gazetesi ve genç Converse’ler ne diyecek bu işe.

Ahmet / 12 Aralık 2009 Cumartesi

BEYOĞLU YEREL SEÇİMLERİ ÜZERİNE KISA BİR DEĞERLENDİRME

BEYOĞLU YEREL SEÇİMLERİ ÜZERİNE KISA BİR DEĞERLENDİRME

Beyoğlu’nda yapılan yerel seçimler tüm yurt genelinde olduğu gibi Türkiye tarihinin en coşkusuz ve en cansız seçimlerinden biriydi, genel itibari ile tüm bölge halkının seçimlere ilgisi cılızdı ama katılım yüzde sekseni geçti. Siyasi partilerin güçlü olduğu çekirdek alanlar dışında pek hareketlilik gözlemlenmedi. Örnekleyecek olursak, Kasımpaşa da Akp, Tarlabaşı’nda DTP, Cihangir de CHP gibi. Tabi seçimle ilgili ilginç durumlarda yaşanmadı değil, DSP’nin adayı Banu Yıldırım’ın ‘Beyoğlu’nun B’si Banu’ sloganı gerçekten çok komikti. DTP’nin adayı Yusuf Çetin’in Yumruğunu sıkarak, gard alarak ve de dişlerini sıkarak poz verdiği seçim afişi görülmeye değerdi. CHP’nin adayını son iki haftaya kadar bilen yoktu. ANAP’tan Barbaros Akın’ın adaylığını sadece Sıraselviler caddesinden geçen insanlar öğrendi, çünkü sadece ilçe binasının önüne asmışlardı afişleri, mart ayının ilk haftasına kadar pek seçime gidiliyormuş havası esmiyordu Beyoğlu’nda.

Muhtarlar arasında kıran kırana bir mücadele yaşandı. Türkiye’nin ilk transseksüel muhtar adayı Belgin Çelik’in karşısına dört aday çıktı ve mahallede muhtar afişlerinden başka bir şey görünmedi. Kâtip Mustafa Çelebi mahallesinde seçimi, pek yobaz eski muhtar önde tamamladı. Ancak Belgin, cesareti, emeği ve çalışması ile herkesten iyi bir performans sergiledi. Seçim afişleri çok şıktı ve belki de tüm Beyoğlu’nda içeriği en dolu bildiri onunkiydi.

‘Beyoğlu’na feminist sözümüz var’ sloganı ile yola çıkan ve ciddi bir seçim çalışması yürüten Saime Ülfet Taylı Taş, emeği ile göz doldurdu, Beyoğlu ellerinde kostikli kovalarla afişe çıkan kadınları gördü, birçok esnaf afişleri indirmeye çalışsa da tartışmaktan çekinmediklerine, direndiklerine şahit oldum. Her gün düzenli bildiri dağıttılar ve çok iyi bir çalışma yürüttüler. Oy kullanma sıralarında annelerini Ülfet’e oy vermeleri için ikna etmeye çalışan genç kadınlar vardı.

Sinema emekçileri sendikası Başkanlığını yürüten emektar sinemacı Yusuf Çetin aday gösteren DTP çalışmasını Tarlabaşı, Dolapdere, Hacı Ahmet gibi güçlü olduğu mahallelerde yoğunlaştırdı, DTP’nin daha çok güçlü olduğu yerlerde mevcut pozisyonunu korumayı ve oylarını toparlamaya yönelik bir çalışması vardı.

CHP’nin pek çalışma yapmadan bu kadar oy alması hem Beyoğlu’nda bir tabanının olduğunu hem de AKP’ye tepki oylarının tek güçlü rakip olan CHP’ye kaydığını gösterdi. Beyoğlu’nun CHP tarafından alınması, AKP de ciddi bir moral bozukluğu yaratabilirdi. Bu sebeple daha erken bir zamanda çalışmalara başlayıp daha kamuoyunca bilinen bir adayın gösterilmesi belediye seçimlerinin kazanılmasında etkili olabilirdi. Sonuçlar alt tarafta yer alıyor.

AKP AHMET MİSBAH DEMİRCAN 48.264%37,4
CHP MUSTAFA DOLU 34.150%26,5
SP MUSTAFA YELEK 16.545%12,8
MHP RÜSTEM FIRAT 12.400%9,6
DTP YUSUF ÇETİN 8.660%6,7
DSP ZEYNEP BANU DALAMAN 3.372%2,6
BBP METİN DUMAN 1.756%1,4
BTP 1.025%0,8
DP 804%0,6
ANAP BARBAROS AKIN 529%0,4
HYP - 505%0,4
Bağımsız - 398%0,3
TKP - 265%0,2
ÖDP - 74%0,1
LDP ÖZCAN ARSLAN 69%0,1
BDP - 27%0,0
MİLLET - 15%0,0
İP - 7%0,0
HAK-PAR - 7%0,0
EMEP - 3%0,0



Sonuç olarak, Beyoğlu yine AKP’de kaldı,. Ampul yine beynimizi sulandırmaya devam edecek. Kılıçdaroğlu’nun rüzgârının bu denli estiği bir dönem de Beyoğlu’nun alınamaması bir talihsizlik.

Bir başka öneri, sadece seçimi kazanma planlarına göre belediyeleri ayıran ve birleştiren hükümetten, Kasımpaşa’yı, Piyalepaşa’yı, Hasköy’ü, Kulaksız’ı, Halıcıoğlu’nu, Beyoğlu’ndan ayırmasını talep etmek lazım
Ahmet / 31 Mart 2009 Salı

8 Aralık 2010 Çarşamba

Ermeni kardeşlerimden özür diliyorum!

Ermeni kardeşlerimden özür diliyorum!

Son günler de bir grup aydının başlattığı ‘özür diliyoruz’ kampanyası ile beraber, yine ermeni meselesi konuşulmaya başlandı.Bizler de kimin hangi safta durduğunu bu vesile ile öğrenmiş olduk, Cumhur başkanının ‘fikir özgürlüğü çerçevesinde yapılabilir’ yorumu, ‘annesinin ermeni kökenli olduğu için karşı çıkmamıştır’ minvalinde faşizan bir yaklaşımla karşılandı,bir grup aydının açtığı ve ilk üç günde on beş bin imzaya ulaşan bu kampanyanın internet sitesinin girişi bile engellendi, başbakan ve Türk silahlı kuvvetleri dahil herkes karşı görüş bildirdi,mecliste ise tek ses DTP’li vekillerden geldi, ha bir de Dengir mir Mehmet Fırat ‘özür dilemek erdemdir’ gibi cümle kurdu, hayat bazen insanı kimlerle yan yana getiriyor..

Karşı görüşler; ‘önce tehcir sadece doğu Anadolu da, çatışma bölgelerinde yaşandı, bu bir savaştı, çatışmalar vardı onlar bizi vurdu bizde onları vurduktan tutun da, aslında onlar bizi katletti’ noktasına varmış durumda.  Üstüne üstlük bu iddialara sarılanların hepsi, resmi belgeler ortada diyor, ama bu belgelerin neden Ermeni soykırımının gündeme gelmesiyle ortaya çıktığını kimse düşünmüyor, yoksa meselenin farkına yeni mi varıldı. Ama bırakın tehcir dönemi ile ilgili gerçek belgeleri, dönemin tapu kayıtları bile milli güvenliği tehlikeye düşürür diyerek arşivlerden çıkarılmıyor.

Mesele böyle değil ama tehcir İstanbul, İzmir, Eskişehir, Bursa, Adana dâhil Ermenilerin yaşadığı her yerde uygulanmış, tehcire bir buçuk milyon Ermeni zorlanmış bir milyon Ermeni yaşamını yitirmiş, resmi rakamlar sekiz yüz bin diyor, tehcire zorlanan rakamın o dönem Anadolu da yaşayan nüfusun onda biri ve o dönem toplam dünya da ki Ermeni nüfusunun üçte biri olduğunu belirtmekte yarar var. Ayrıca iki yüz bin ila beş yüz bin arasın da insan da ihtida yolu ile Müslümanlaştırılmış.

Tehcir esnasında teşkilat-ı mahsusa tarafından örgütlenmiş; ittihatçıların ünlü tetikçisi Yakup Cemil’in Sinop ceza evini boşaltması ile azılı katillerden oluşan çeteler ve Ermeni mallarına öz diken çeteler, aşiretler, yolda bütün Ermenileri kıyıma uğratmış. Tabi bu çetelerin yaptığı inkar edilmiyor ama kim tarafından örgütlendiği inkar ediliyor.

Aynı senaryoya aslında şimdiler de yine tanığız, İttihat ve terakki partisinin kurdurduğu Teşkilat-ı mahsusanın çeteleri nasıl reddediliyorsa, bugün de milli istihbarat teşkilatı tarafından kurulan JİTEM reddediliyor, bu devlete Osmanlıdan en büyük miras yasadışı örgüt kurup, maaşlı katilleri çalıştırmak, aynı şeyi Asala’yı yok etmek için de yaptı, aynı kadrolar Maraş, Sivas, Çorum katliamlarını da yaptı, hele JİTEM yıllardır Kürt halkına kan kusturuyor, kaybedilen, işkence edilen insanların sayısı binler ile ifade ediliyor. Hepsinin faili malum ama meçhul, halk biliyor ve gerçek tarih mazlumlar tarafından yazılıyor. JİTEM tarafından düzenlenmiş maaş bordrosu olan Abdulkadir Aygan’a rağmen JİTEM’i inkâr ediyorlar.

Tabi işin bir de maddi boyutu var ki bugün ortada gezen pek çok varsılın ve asilzadenin malvarlığının nerden geldiğini öğrenebiliriz. Çünkü tehcire zorlanan Ermenilerin kalan malları sahipleri başvursun diye kurulan emval-i metruke (terk edilmiş mallar) komisyonları tarafından tasfiye edilmiştir. Zorla göç ettirilip yolda katledilen insanların mallarını terk edilmiş sayıp kamulaştırmak nasıl bir arsızlıktır o ayrı mesele, ama her şeyi kılıfına uydurarak yapmak ta miras kalmış bu günlere, Öldürülen ve savaş bölgesinde kalan Suriye’nin derzor çöllerine göçe zorlanan, Ermenilerin zaten on beş gün içerisinde dönüp mallarını geri istemesi imkânsızdı. Bu el konulan mallara haraç mezat o dönemler de iktidarda olanlar ve yakınları tarafından el konuldu. Çankaya köşkü bile Kasapyan ailesine ait böyle bir arazi üzerinde kurulu.

Meselenin özü aslında şudur; bizim dededen zengin asilzadelerin ve paşa zadelerin haram zadedir.
Birlikte yaşadığı her gün yüzüne baktığı, selam verdiği komşusunun ilk fırsatta malına göz diken, el koyan ve komşusunu katletmek pahasına bunu yapan bu insancıklardan, cumhuriyet döneminin ilk elitlerini ve Anadolu sermayesini oluşturacak bu zihniyetin, torunlarına böylesi bir düzeni miras kalması pek şaşılacak bir durum değil. Komşusunun sofrasında üzerine kan damlamış ekmeği yiyen elbet bir gün kan kusar, zulüm tarlasında zulüm biter. Sormazlar mı adama bir milyon Ermeni’nin malını ne yaptınız? Diye. Yoksa torunlarına mı verdiniz!
Veya açın dönemin tapu kayıtlarını görelim bakalım bizim şu asilzadelerin cemaz-ül evveli neymiş… Kendi adıma eli komşusunun kanına bulaşmış, lokmasına kan damlamış haramzadelerin torunu olmaktansa, zulümden kaçan komşusunu evinde barındıran, sahip çıkan, Kayserili Hacı Mehmet’in torunu olmayı tercih ederim…

Bugün yasadışı örgütlerin en çok eleştirilen yanı sivillere şiddet uygulamaları, Ermeni tehciri sırasın da kadın çocuk demeden katliam yapılması ne peki, yoksa bugün o çok övündüğümüz tarihimizin aslında katliamlarla dolu olması mı bizi rahatsız etti. Ya da Bugün her nimetinden faydalandığımız Türk-Müslüman ulus devletinin nasıl inşa edildiğini, nasıl bir toplum mühendisliği çalışmasından geçilerek bugünlere geldiğimizi öğrenmek mi, şu genç yaşımız da bile nelere tanık olduk.belki de bu katliam zincirinin son halkası olan, Hrant Dink'in öldürülmesine şahidiz. Her ulus devletin inşasında öteki olanın yok edilmesi veya dönüştürülmesi birinci koşuldur. Bizim ülkede henüz tamamlanmamış olsa da bu inşanın en sert müdahalesi Ermenilere yapıldı.

Şimdiler de ermeni diasporası da ‘özür diliyoruz’ kampanyası vesilesi ile Ermenilerin yaptığı kıyımlar için özür dilemeye hazırlanıyor, Kıbrıslı Türkler ve Rumlar da benzer bir kampanya ile birbirlerinden özür dileyerek birlikte yaşamanın zeminini hazırlamaya çalışıyor. Çünkü aklıselim olan herkes şunu biliyor kardeşçe yaşamayı bilmediğimiz her gün aramızda ki öfke ve iletişimsizlik artıyor ve bu dünya daha renksiz daha yaşanmaz bir hale geliyor.

Türk devleti ve elitleri Özür dilemeyi kabul ettikleri anda o çok savundukları mülkiyet hakkının nasılda işlerine gelince başkaları için uygulanmayacağını ve insanları katletmek pahasına hırsızlık yaptıklarını da kabul etmek





Ahmet / 5 Ocak 2009 Salı