28 Ekim 2011 Cuma

VAN’DA GİZLENEN GERÇEK

VAN’DA GİZLENEN GERÇEK



             Geçtiğimiz Pazar günü Van, bir gün ortası depremi ile sarsıldı. Van’da, ilçelerinde ve köylerinde onlarca ev ve işyeri yıkıldı, ölü sayısı ise her geçen gür artıyor. Öncelikle başlarken yaşamını yitiren herkese başsağlığı diliyor, ailelerine sabır diliyorum.  Sabrı sadece yaşadıkları acılar için değil,  onlara yapılan zulme karşı da diliyorum. Zira son bir haftada Vanlılar özelinde Kürtler hakkında, burada tek tek anmak istemediğim onlarca kötü söz edildi. Yardım adı altında yapılan başkaca saçma şeyler ise dayanılacak gibi değil… Faşizm kenarına kayıt düşse de, Van halkıyla deprem yaralarının sarılmasında gösterilen dayanışma tüm olumsuzlukları unutturacak gibi.  

           Van depremi başkaca bir konuyu dikkatle izlememiz gerektiği vurgusunu öne çıkardı: Demokratik özerklik ve yerinden yönetimler. Önce kısaca Van’daki politik dengelere bakalım.  

            Van Belediyesi, 2005 yılındaki yerel seçimlerde AKP tarafından kazanılmıştı, 2009 yılındaki yerel seçimlerde ise AKP, Van’daki yerel seçimleri kaybetmiş ve seçimleri DTP kazanmıştı. Bunu sindiremeyen AKP’nin seçimlerden hemen sonra başlattığı KCK operasyonlarında seçim çalışmasında emeği geçen, seçim başarısına katkıda bulunan onlarca insan tutuklanmıştı. Bütün bu baskıya ve kadro darlığına rağmen, BDP’nin de içinde olduğu Emek, Demokrasi ve Özgürlük Blok’unun adayları 12 Haziran genel seçimlerinde, Van’daki geçerli 440 bin oyun, 211 bin’ini alarak, büyük bir başarı göstermiş ve 8 milletvekilliğinin dördünü kazanmıştı. Milletvekillerinden Kemal Aktaş’ın cezaevinde olduğunu, seçim çalışmalarına iştirak edemediğini ve hala tutuklu olduğunu belirtmek gerek. 12 Haziran başarısının ardından aynı senaryo yine yürürlüğe kondu; seçimlerde çalışan onlarca insan KCK operasyonu adı altında tutuklandı. Van’da AKP ile Kürt Özgürlük Hareketi arasında bir inisiyatif savaşının yaşandığını, ve bu savaşı AKP’nin iki kez kaybettiğini görüyoruz.

             AKP’nin yürüttüğü siyaset ile yükselen faşizm, depremin hemen ardından kendini gösterince AKP bir kez daha kaybetti. MHP lideri Devlet Bahçeli bile grup toplantısında deprem ile ilgili söylenenler için “ Densizlik ve soysuzluk” yorumlarını yaptı. Van özelinde Kürdistan AKP için bir bataklığa dönüşmüş durumda, inisiyatifi kazanmaya çalıştıkça daha fazla batıyor. 17 Ağustos depreminde, gelmiş geçmiş en sağlıksız insanlardan biri olan MHP’li Sağlık Bakanı Osman Durmuş, yurt dışından gelen yardımları kabul etmemişti. Van depremin ardından ise AKP İsrail’den gelen yardımları kabul etmedi, çaresizlikten olacak ki, yardımların gelmesinden 3 gün sonra yardımları kabul etmek zorunda kaldı. Hâsılı AKP, bu depremde ırkçılıkta MHP’yi aratmadı, hatta geçti dersek yeridir.

           Bahsettiğimiz inisiyatif savaşı yardımların Van’a ulaşmasında ve depremzedelere dağıtılması noktasında da kendini gösterdi. BDP’li belediyelerden yollanan, yurttaşlar tarafından direkt Van Belediyesi’ne gönderilen yardım malzemeleri Van’a sokulmadı, yardımların şehre girişine izin verildikten sonra ise Belediye yerine Kızılay’a götürüldü. Van otogarında gönderilen yardım malzemelerine polisler tarafından el konuldu, el konulması sırasında çatışma çıktı,  kargo şirketlerince şehre getirilen tüm yardım malzemeleri Valiliğe yönlendirildi. Yardım için şehre gelen gönüllüler şehre sokulmadı ve geri gönderildi. Oluşturulan kriz masasına Van Belediye’sinden kimse alınmadı. Yardım malzemelerinin dağıtılmasında devlet görevlilerine ve AKP’ye oy çıkan yerlere öncelik verilip, diğer yurttaşların geri plana itilmesi ise büyük bir öfke yarattı.

              Van’da yaşananlarda İzmit depreminde olduğu gibi ciddi bir bilgi kirliliği yaşanıyor. Medya üzerinden yürütülen psikolojik savaşta, AKP yaşanan her şeyi yanlış aktarıyor. Depremden zarar gören halkın tüm ihtiyaçlarının çözüldüğünü, köylere ulaşıldığını, her şeyin yolunda gittiğini belirtiyorlar. Ancak tümüyle yalan olduğu ortaya çıkıyor; Perşembe günü bile ailesinden birçok ferdi depremde kaybeden Engin Dargın, çadır alamadığı için elinde bıçakla Kızılay’ı bastı.

              AKP o denli batmış durumda ki, Başbakan bazı konularda yetersiz kaldıklarını açıklamak zorunda kaldı. Kızılay, çadır sıkıntısının gerçek olduğunu belirtti; “Deprem olacak diye 500.000 çadır stoklayamayız” gibi fecaat bir açıklama yaptı. 1999 İzmit depremi ile alınmaya başlanan deprem vergileri ile Van’daki sorunların çoktan çözülebileceğini belirtenlere ise Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in verdiği; “Biz deprem vergilerini duble yol yapımı için kullandık” cevabı ise tarihe geçti bile... İşsizlik fonununda nerelerde kullanıldığını ve işsizlere ödenmediğini hatırlarsınız sanırım!             

                Durumun AKP’nin ve artık AKP tarafından ele geçirilmiş devlet kurumlarının açıkladığı gibi olmadığını hepimiz biliyoruz. AKP’ye ve devlet kurumlarına yaptıkları açıklamalarda geri adım atmalarını sağlayan, bölgeden gelen bilginin doğru akışını sağlayan, alternatif kriz masası ile sorunların çözümünde halktan yana seçenekleri ön plana çıkaran yegane şey, Van’da yerel yönetimlerin halk iradesi tarafında kazanılmış olması…

                 Yerel yönetimlerin ve Demokratik Özerkliğin ne kadar önemli olduğunu acı bir olayla, deprem felaketi ile tekrar öğrenmiş olduk. Van’daki yerel yönetimin halk iradesinde olmaması halinde; ne gerçek ölü ve yaralı rakamlarına, ne yardımların yerindelik ilkesine göre kullanılıp kullanılmadığına, ne yıkılan binaların hangilerinin devlet binası olup olmadığına, yardım dağıtımında hakkaniyet ilkesinin çiğnenip çiğnenmediğine, depremzedelere verilen ilaçlardan hala katılım payı alındığına, deprem vergilerinin nereye gittiğine dair bilgileri öğrenemeyecektik!

               Bize düşen; Van halkını yalnız bırakmamak, Van için yapılan kampanyalarda toplanan tüm gelirlerin Van halkının yararına kullanılmasını sağlamak (Kızılay bile Van için gelen yardımlar için ayrı hesap açtı), Van’a yapılacak yardımı bütün kış boyunca daimi hale getirmek, hepimizin ortak görevi. Bu dayanışma, kaybettiğimiz kardeşliğin harcını yeniden karmak için en önemli malzememiz. Bu aynı zamanda Van’da ve başkaca birçok yerde kazanılan yerel yönetimler başarısının ve demokratik özerklik deneyimin genişlemesinin de birinci adımı olacaktır. AKP, Kürdistan’da önümüzdeki yerel seçimleri; Kürt halkının örgütlü gücü, direngenliği ve deneyimi karşısında şimdiden kaybetti, bu çok açık. Önemli olan AKP’nin yenilgisini ve halkların zaferini yaygınlaştırmak, demokratik özerkliği her yerde hâkim kılmaktır. Van’da gizlenen gerçek; Demokratik özerkliğin zaferi, AKP faşizminin yenilgisidir.

Ahmet Saymadi / 28 Ekim 2011 Cuma

         

22 Ekim 2011 Cumartesi

GERÇEKTEN KARDEŞ MİYİZ?


GERÇEKTEN KARDEŞ MİYİZ?

                Beylik bir laf ile başlayayım: “Kritik bir süreçten geçiyoruz”. İçinden geçtiğimiz günler, pek sevmediğim bu cümleyi ziyadesiyle kullanmamızı gerektiriyor. Ne zaman topluca asker cenazesi gelse herkes tepkisini yüksek sesle dile getiriyor. Toplumun belirli kesimlerinin milliyetçi damarları kabarıyor, kimi yerlerde neredeyse sokağa çıkılamayacak kadar faşizan bir hava hâkim oluyor. Bunun tam tersi bir hava Kürdistan illerinde ve Avrupa’da yaşayan Kürtlere de hâkim. Savaşın ve kanın ağırlığı her yere sirayet ediyor.

                  Durum daha homojen bir çevrede yaşayan insanlar açısından sorun olmasa da, farklı etnik kökenden insanların bir arada yaşadığı, Kürtlerin zorunlu göçlerle geldiği büyük kentlerde ciddi tehlike arz eden olaylar meydana geliyor. Son olarak Bursa’da yaşananları verebiliriz, Kürtlere ait işyerleri tahrip edildi, yaşadıkları evlere saldırıldı. Birçok yerde BDP il ve ilçe örgütlerine saldırıldı, kimi yerlerde yakıldı. Bunun bir süreklilik arz etmesi ise daha büyük bir çatışmayı, boğazlaşmayı da uzun erimde ortaya çıkaracak gibi! Umarız böyle bir şey yaşanmaz.

               Bir iki giriş cümlesinden sonra esas meramıza gelebiliriz. Bizler uzun zamandır farklı etnik kökenlerden ve dinlerden insanlar bir arada yaşıyoruz ve kimi zaman birçok olaya verdiğimiz tepki de aynı olabiliyor. Ancak mesele onların tabiriyle “şehit cenazeleri” olunca durum birden değişiyor. Çevremizdeki insanların birçoğu asker cenazeleri ile ortaya çıkan hassasiyete aynı şekilde ortak olmamızı, empati yapmamızı istiyor. Bugüne kadar olan onlarca mesele de farklılıklarımızı koruyarak devam ettirdiğimiz uzun süreli ilişkilerimiz bile, bu hassasiyete ortak olmamamız sebebiyle çatırdıyor, sona eriyor. Birden hepimiz doksanlı yıllardan kalan kimliklerimize zorunlu dönüş yapıyoruz; bordo bereliler güney Kürdistan’a girerken, bordo klavyeliler vatansever oluyor, bizler vatan haini! Her meselede belleksiz bu toplumun unutmadığı tek şey hainliğimiz!

                Kimseden böyle şeyler beklenilmemesi gerekiyor, çünkü herkesin meseleye bakışı ve hassasiyetleri farklı, ben aklıma gelenleri gerekçeleri ile bunları yazacağım. Geçmişteki köy boşaltmaların bittiği, anadilin serbest olduğu, Kürtlerin rahatça her şeyi yapabildiği söyleniyor. Kocaman bir yalan!

                 Her şeyden önce; Kürtlerin bir toplum olarak kendi varlıklarını ve kültürlerini devam ettirebilmelerini sağlayacak kolektif hakların anayasal güvenceyle sağlanması gerekiyor. Yoksa 20 milyonluk bir halk asimilasyon politikaları ile yok olacak. Bunun da birinci yolu, yerel yönetimlere özerklikler tanımak. Yerinden yönetim ilkesi ile halkın birçok ihtiyacını yerel yönetimlerle sağlamasını sağlamak. Buna basit bir örnek vermek gerekirse, Diyarbakır Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş, belediye hizmetlerini halkın ihtiyaçları doğrultusunda birçok dilde vermeye kalkıştı. Ne mi oldu; hapis yattı. Şimdilerde ağır hastalığına rağmen yurtdışına tedavi için çıkmak istiyor izin verildi mi? Hayır.

                  Anadilde eğitimin devlet tarafından güvence altına alınması şart. Devlet okullarında isteyen herkese Kürtçe eğitim verilmeli. Seçmeli ders altında, eğitmenin bile olmadığı “boş ders” mantığı ile verilen göstermelik dersleri kimseye yutturamazlar. TRT6 adı verilen AKP’nin Kürtçe yayın organını keşke anlasanız, para verseler izlemezsiniz. Yurttaşların özgürce kuracağı Kürtçe yazılı ve görsel medya organlarına yayın izin verilmeli. Verildi mi? Hayır. Bakınız, Azadiye Welat gazetesi, genel yayın yönetmeni 124 yılla yargılanıyor.

                 Anayasadaki yurttaşlık tanımı yeniden yapılmalı. Türk kimliğine vurgu yapan, diğer etnik kökenleri yok sayan maddeler yerine tüm etnik kimlikleri kapsayan, insana vurgu yapan evrensel kavramlarla yeni bir anayasa yazılmalı. Buna bağlı tüm kanunlar değiştirilmeli, kamu alanındaki sadece bir kimliğe vurgu yapan her şey değiştirilmeli.  

               Köyler boşaltılmıyor artık (son olaylarla boşaltılan 10’a yakın köyü saymazsak), peki o köylere dönülebiliyor mu? Hayır. Yerinden yurdundan edilen insanların, mülkleri gasp edilmiş durumda, geri dönmeleri ile ilgili mülkiyet hakları verilmiyor. Devletin bu insanların uğradığı haksızlıkları ve kayıpları ise tazmin etmesi gerekiyor. Mülkiyet haklarında ve tazminat ödemelerinde bir ilerleme var mı? Hayır. Köylülerin bıraktığı mülkleri kimin eline geçti, biraz araştırın, deniz feneri ekibinin doğu versiyonu dağ feneri ekipleri ile karşılaşacaksınız!

                  Binlerce insan faili meçhul cinayetlere kurban gitti, işkencede insanlar kaybedildi, tüm dünyanın şahit olduğu hak ihlalleri yaşandı. Bu suçları işleyen insanlar ile ilgili işlem yapıldı mı? Hayır. Hakikatleri araştırma komisyonları kurularak bu suçları işleyen tüm devlet görevlileri ve sivillerle ilgili incelemelerin yapılması, suçluların cezalandırılması, mağdurların zararların tazmininin sağlanası gerekiyor. Bunlar yapıldı mı? Hayır. Tüm devlet sırları sır olmaya devam ediyor, artık mobese kayıtları da devlet sırrı, bakınız, Batman…

                     İnsan Hakları Derneği’nin öncülük ettiği, içinde çeşitli Demokratik Kitle Örgütlerinin de bulunduğu heyetin ortaya çıkardığı “Toplu Mezarlar” var. Genelde kitlesel savaşların yaşandığı, toplu ölümlerin olduğu yerlerde karşılaşılan toplu mezarlar var Kürdistan’da. Bu toplu mezarların hepsinin insani yöntemlerle açılması, kimlik tespitlerinin yapılması, naaşların ailelerine teslim edilmesi ve veda hakkının tanınması gerekiyor. Yapıldı mı? Hayır. Çemişgezek’te bulunan toplu mezar kepçelerle açıldı! Gerisini anlatmayacağım.

                    Bakmayın kaldırdık dediklerine; askeri cuntadan kalma yasalar ve mahkemeler her iktidar tarafından yeni ihtiyaçlara göre yeniden düzenleniyor. Artık Devlet Güvenlik Mahkemeleri yok, Özel Yetkili Mahkemeler var, bir de Terörle Mücadele Kanunu. Bu yeni TMK’ya göre ne yapsak suç ve bu yasalar sebebiyle binlerce insan anlamsız sebeplerden cezaevlerinde. Siyasi suçlulara acilen bir genel affın çıkarılması, TMK ve ÖYM’lerin kaldırılması gerekiyor. Abartmıyorum, bu yazdıklarımız bile halkı askerlikten soğutmak, suçu ve suçluyu övmek gibi suç unsurları taşıyor. Anlayacağınız sussak ölüm, konuşsak intihar!

                    Bir de, dilinizi değiştirmeniz gerekiyor; terörist başı, terörist, bebek katili, vatan haini gibi kelimeleri yok etmeniz gerekiyor. Onların yerine daha politik; örgüt lideri, militan, farklı düşünen insanlar gibi kavramlar kullanılabilir. Beş milyon insanın irade beyanında bulunduğu bir partiye saldırmaktan vazgeçin, vazgeçmeyecekseniz eğer, “72 milyon tek yürek” demeyin lütfen, bizi yok yazın 67 milyondan devam edin…

                  Son olarak, işkence edilen gerilla görüntüleri sizi hiç mi rahatsız etmiyor. Öldükten sonra, işkence edilen, kulağı kesilen, tekmelenen, yerlerde sürüklenen gerilla görüntülerine insan bakamıyor. Onlar birçok Kürdün tanıdığı veya akrabası veya arkadaşı olabilir. Bu insanlık dışı uygulamalara Kürtlerden önce Türklerin karşı çıktığı gün barışa bir adam daha yaklaşacağımızı düşünüyorum.

                 Bunlar olmayacaksa eğer, kardeşlik anlayışınız Kabil’in Habil’e duyduğu kardeşlikten farklı bir şey olmaz. Biz nasıl ki ölen her asker cenazesine üzülüyorsak, her can gittiğinde Kürt Türk ayırt etmeden içimiz yanıyorsa, aynı şeyi sizden de bekliyoruz. Ölen gerilla’da bu toprakların evladı, gömülecek yeri olmasa da…

                 Tüm bu söylediklerimizde bir çakıl taşını alıp şuradan şuraya götürmekten, vatan denilen toprak parçasını bölmekten bahsetmedik. Tüm bunlar demokrasi sınırları içerisinde yapılabilecek makul ve insani şeyler. Empati kolaysa buyurun siz de gelin beraber yapalım. Meramımız budur a dostlar. Kırdıysak affola.

Biz kardeş olmaya dünden hazırız, Barışı herkesten çok biz istiyoruz.
Son söz, Birbirimizi öldürmekle bitirseydik eğer, çoktan biterdik emin olun…

Ahmet Saymadi  / 22 Ekim 2011 Cumartesi









13 Ekim 2011 Perşembe

DOKSANLARA DÖNMEK

       Doksanlara Dönmek!       

              1991 yılının Temmuz ayıydı, Diyarbakır’da kavruk bir yaz günüydü…  Tatilde her zaman olduğu gibi evin altındaki bakkalda çıraklık yapmaya başlamıştım. Ustam Behzat Abi; “yarın izinlisin, açmayacağız” dediğindeyse sevinmiştim. Sebebini sorduğumda “cenaze var” demişti. Cenaze dolayısıyla kapalı olmak makul bir sebepti ama bildiğim ölen bir yakını yoktu.  Ertesi gün şehirde bütün dükkanlar kapalıydı! Bağlar yönünden önlerinde taşıdıkları tabutla büyük bir kalabalık, gelmeye başladı, evimizin olduğu Ayhan Durağı’nda takıldım peşlerine, Mardinkapı’da dedemlerin evine kadar kalabalıkla birlikte yürüdüm. Belki tesadüfendi ama benim katıldığım ilk yürüyüştü. Ben ayrıldıktan sonra, Mardinkapı’daki surların üzerinden kalabalığın üzerine ateş açılmış, mezarlık yolu onlarca insana mezar olmuştu…
              
              Bahsettiğim cenaze Vedat Aydın’ın cenazesiydi, Diyarbakır HEP İl Başkanı iken bir gece ansızın, kapısı devletin derinliklerinden gelen birilerince çalınmış, götürüldükten sonra işkenceye uğradıktan sonra katledilmişti. Cenazesi Diyarbakır halkı tarafından sahiplenilmiş, on binlerce insan Vedat Aydın’ın naşını omuzlarında kilometrelerce taşımıştı. Devlet, halkın bu sessiz direnişini, bir devrimciyi sahiplenişini yeni bir katliamla ödüllendirmişti.  
        
    Bir süredir “doksanlara döner miyiz?” sorusu sıkça soruluyor, ben de doksanları hatırlamaya çalışıyorum. Doksanlardan aklımda kalan en önemli olay Vedat Aydın’ın cenazesi. Vedat Aydın’ın katledilmesi bir eşik olsa da, doksanlı yıllar faili meçhullerle geçti, insanlar evlerinden üzerlerinde “polis yeleği” bulunan kimselerce alındı, kaçırıldı ve bir daha haber alınamadı. Alındıysa da, alınan haber hep ölüm haberi oldu. Hukukun tamamen yok sayıldığı, düşmanla savaş hukukunun yürürlükte olduğu dönemdi doksanlar. Devletin hala inkâr ettiği ama maaş ödediği bordrolu personelleri “terör” estiriyordu.
       
        Bugünlerde doksanlı yılları hatırlatan ise; devlet ve PKK güçleri arasındaki çatışmaların artması, Kimi köylerin tekrar boşaltılması, yaylalara çıkışların yasaklanması gibi uygulamalar. Bunların dışında kalan en önemli benzerlik ise hukuksuz tutuklamalar; Kürt Özgürlük Hareketi’ne ve Sosyalist hareketlere mensup insanların evleri şafak vaktinde basılıyor, özel yaşamları darmadağın ediliyor, aileleri hakaretlere uğruyor. Haklarında hazırlanan iddianameler aylar sonra hazırlanıyor ve mesnetsiz suçlamalarla rehin tutuluyorlar. Polis iddianamelere bir şeyler yazmak için bu insanları yıllarca teknik takibe alıyor ve tüm özel yaşamlarını didik didik ediyor.
          Doksanlı yıllara dönülmeyeceği açık! Kürt Özgürlük Hareketi’nin geldiği aşama, toplumsal meşruiyeti, parlamento ve yerel yönetim deneyimleri, örgütlü gücü buna müsaade etmeyecektir. Türkiye ve Kürdistan doksanlı yıllardaki “vahşet” yıllarını geride bıraktı. Türkiye toplumu da o zamanlar sessiz kaldığı bu vahşete, şimdi daha farklı bir tepki verecektir.
      
           Ancak bu doksanlara geri dönmeyiş karşısında bize önerilene sevinmeli miyiz? Bilmiyorum! Daha önce evleri basanların kimliği bilinmiyordu, şimdi biliniyor, hepsi resmi polis memuru. Daha önce yapılan insanlık dışı uygulamalar hukuk kuralları çiğnenerek yapılıyordu, şimdi hukuk kuralları insanlık dışı uygulamalara göre düzenlendi. Daha önce evelerinden alınanlar katlediliyordu şimdi tutsak ediliyor.
                    
        Geçen hafta evleri basılan ve tutuklanan 97 BDP’li arkadaşımız mahkemede hâkim karşısındayken; sadece “sağ” olduklarına, işkenceye maruz kalmamış olmalarına sevindim. Tıpkı Şili’de Villa Grimaldi’de işkence görenlerin yakınlarının, dışarıda sadece yaşıyor olmalarına sevinmeleri gibiydi hissettiklerim. 30 yılda çok şey değişmiş, en azından yaşam hakkımızı kazanmışız! Şoförünü değiştiren demokrasi tankı ilerliyor, sadece altında kalanlarda bir değişiklik yok…
  
  Değişikliğe sevinmeli miyiz?
   
 Ahmet Saymadi / 13 Ekim 2011 Perşembe

5 Ekim 2011 Çarşamba

ÖLÜLERLE YÜRÜTÜLEN SAVAŞ

ÖLÜLERLE YÜRÜTÜLEN SAVAŞ      

                     Bu sabah Tekirdağ cezaevinde tutuklu bir arkadaşıma görüşe giderken Radikal gazetesindeki (1) bir habere takıldım.  Londra’da sürgünde yaşayan Kırımlı yazar Cengiz Dağcı 91 yaşında yaşamını yitirmişti. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu durumdan haberdar edilmiş ve haberi alan Davutoğlu, ilgili mercilerle iletişime geçmiş Dağcı’nın Kırım’daki köyüne gömülmesi için gerekli girişimlerde bulunmuştu. Cenazeye Türkiye’den içinde Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın da bulunduğu kalabalık bir heyet katılmıştı. Cengiz Dağcı son yolculuğunda Türkiye tarafından onurlandırılmıştı.   

               Sürgündeki bir yazarın sahiplenilmesi son yolculuğuna uğralanırken gereken ilginin ve hürmetin gösterilmiş olması sevindirici. İnsanın en kıymetli olduğu anın öldüğü an olduğu, ölünün diriden daha fazla kıymet gördüğü, yaşamayı göze alana bin bir zulmün reva görüldüğü bir coğrafyada devletten beklenen de yaşamını yitiren insanların son yolculuklarında yakınları tarafından huzur içinde uğurlanmasını beklemek, herkesin en doğal hakkı olsa gerek. Malum; buralarda her şey için her söz söylenir ama ölünün arkasından söz söylenmez. Ölene her zaman gereken saygı gösterilir. Bayram sabahları bile bayram sevinci yaşanmadan önce ölüler ziyaret edilir.               

                 Ancak bu ölene saygı duyulması meselesinde bile bir ayrımcılık var bu ülkede. Cengiz Dağcı için sevinirken, başkaca birçok insana reva görülenler için üzülüyor, öfkeleniyoruz.

                2009 yılında Atina’da yaşamını yitiren Kürt müziğinin en önemli isimlerinden, Ermeni ozan Aram Tigran’ın Diyarbakır’a defnedilmesine “provakasyon yaratacağı” sebebiyle İçişleri Bakanlığı tarafından izin verilmedi (2). Aram Tigran için; “Evet, biz Ermenilerin bu topraklarda gözü var, çünkü kökümüz burada, ama merak etmeyin; bu toprakları alıp gitmek için değil, bu toprakların gelip dibine girmek için” (3) diyen Hrant Dink’in de sesi duyulmadı. Belki de Hrant’ın bu sözlerinden sonra bu topraklara gömülmek isteyen ve yurt dışında yaşamını yitiren ilk Ermeniydi Aram Tigran.  

                Dünyaca tanınan Türkiyeli yazar Nazım Hikmet’in mezarının Türkiye’ye getirilmesi için yapılan resmi kurumlara yapılan onlarca başvuru ve kampanya sonuçsuz kaldı. Mezar taşlarının bile kırılmaya başlandığı Şimdilerde getirilmemesine acı acı seviniyoruz!

             Yüzlerce haftadır Galatasaray Lisesi’nin önünde oturan Cumartesi annelerinden Fatma Morsümbül’ün işkencede katledilen oğlu Hüseyin Morsümbül için söylediği “Oğlumun kemiklerini bulsam, sırtımda taşıyacağım. Çünkü kokusunu çok özledim” (4) sözleri bile devlet tarafından duyulmuyor. İnsan Hakları Derneği’nin raporlarında (5) yer verdiği, toplu mezarlara gömülen 2000’e yakın inansın mezarlarının açılması ve naaşların ailelere teslim edilmesi ile ilgili yapılan tüm girişimler de sonuçsuz kalıyor. Yaşamını yitiren Gerillaların naaşlarına işkence ediliyor, insanlık dışı muameleler yapılıyor, cenaze törenlerine müdahale ediliyor.

                 Son sözü Davutoğlu’na bırakıyoruz; “Vatanı vatan yapan biraz da mezar taşlarıdır.” Anlaşılan bu vatanda yok hükmünde sayıldığımızdan, mezar taşı bile layık görülmüyor bize… Sadece bizimle değil, ölülerimizle de bir savaş yürütülüyor. Memleket memleket değil sanırsın kabristan veyahut mapushane…



Ahmet Saymadi / 05 Ekim 2011 Çarşamba

 




2.      Radikal’deki Aram Tigran ile ilgili haber:


3.      Hrant Dink; İki yakın halk iki uzak komşu: http://www.insanokur.org/?p=678