31 Temmuz 2011 Pazar

KÜRD’ÜN ELİFBA’SI İSYANDIR!


                                            KÜRD’ÜN ELİFBA’SI İSYANDIR!

                  Müslüman âlemi için kutsal sayılan üç aylardan Ramazan’a girmek üzereyiz. (Ya da Ramazan bizim hayatımıza bodoslama girmek üzere) Memleketin dört bir yanında hummalı bir şekilde ramazan hazırlıkları yapılıyor. Tabii siyasette de Ramazan dönemine giriyoruz; siyasetçiler yine daha fazla İslami referanslar yapmaya başlayacak ve İslam’ın hepimizi birleştirici taraflarından bahsedilmeye başlanacak, en çok ta Kürt meselesinde; “Hepimiz din kardeşiyiz” yalanı çokça tekrar edilecek... Son dönemlerde, Sol yazarların da yazılarında İslami referanslar vermesine sıkça şahit oluyoruz. Bunun temel nedeni sol’un geleneksel referanslarının önemini yitirmesi değil, halkın artık seküler bir tavır takınamayacağına kanaat edilmesidir. Bizim referansları kabul etmiyor musunuz? Sizin referanslarınızda bizi doğruluyor mantığının kurulmaya çalışılmasıdır. Onlardan da ricamız en azından Ramazan ayını es geçmeleri. Çünkü bu halkın sahte Müslümanlığı ya da işine gelmeyince Müslümanlığını unutması kabak tadı vermeye başladı artık. İslami referansların para etmediğini ve herkesin politik çıkarları gereği bildiğini okuduğunu anlamamız gerekiyor.

                Geçtiğimiz hafta memleketim Diyarbakır’daydım. Diyarbakır’da da Ramazan hazırlıkları tüm hızıyla devam ediyordu. Peynirciler çarşısında, zahirecilerde, esnafta bir hareketlilik vardı. Ramazan sohbetlere de sirayet etmişti. Diyarbakır halkının geneli mütedeyyin olduğu için Ramazan ayına verilen önem de epeyce fazla tabi. Tanıdıklar ise Ramazan ayı münasebetiyle son duble rakılarını içiyordu, rakıya bir aylık ara veriyorlardı…

                Aslında bu yazıyı yazmamın sebebi Batıdaki Müslümanlık algısının Kürdistan coğrafyasında farklı olması, ya da batıdaki bazı meselelerin Kürdistan’daki dindaşları tarafından çok başka anlamlar ifade etmesi… Çünkü arada çok büyük farklar var ve bu farklar, mevcut Müslümanlık paradigması ile üzeri örtülecek ve çözülecek şeyler değil...

                  Müslümanlığın Kürdistan’daki ikiyüzlülüğünü ortaya çıkaran en önemli hareket sanırım “Sivil Cuma” namazlarıydı. Camilerde kendi adına hutbe okutan Erdoğan’a ve AKP siyasetine göre vaaz veren imamlara karşı bir tavır olarak, şehrin meydanlarında binlerce insanın bir araya gelerek kıldığı Cuma namazları bence son dönemlerde AKP’ye karşı yapılan en yaratıcı ve sahici “eylemdi.” Böylece; hem Allah ile kul arasına giren “Türkçe” aradan çıkarılmıştı hem de cemaat AKP siyasetinden korunmuştu. Kürdistan coğrafyası dışında TOMA’ların ve panzerlerin nezaretinde Cuma namazı kılınan tek yer Filistin olsa gerek! Bu memleketin Müslümanlarına ise; Kürdistan Filistin’den daha uzak ve daha yabancı!          

                  Çocuklarla devam edelim; Alipaşa semtindeki Tarihi Behram Paşa Cami’sinin avlusunda Kuran Kursu’na giden ve hocanın gelmesini bekleyen çocuklarla biraz sohbet ettikten sonra, onları kameraya çektim ve çocuklardan bir şeyler söylemelerini rica ettim. Hemen elleriyle zafer işareti yaparak; “dişe diş, kana kan, seninleyiz Öcalan” diye slogan atmaya başladılar. Cami avlusunda, önlerinde Elifba, dillerinde bu ülkenin en radikal sloganlarından biri! Bedeli ağır olan bu slogan çocuklar için hayatın ilk cümlesi gibi. Kürdün Elifba’sı isyanla başlıyor…

                  Ulu cami civarındaki (Cengiz Çandar ve Oral Çalışlar’dan hatırlarsınız!)  kahvelerde birkaç Xalo ile sohbet ettim. Ramazan aylarında verdikleri fitre ve zekâtı cezaevlerinde yatan KCK tutuklularına vereceklerini söylediler. “Onlar bizim özgürlüğümüz için mücadele ediyorlar ve mağdur oluyorlar, sahip çıkmamız lazım.” diyorlardı. Madem ihtiyacı olana verilmesi farz, onlarda ihtiyacı olana veriyorlar. Diyarbakırlılar, hem dini vecibelerini yerine getiriyorlar hem de evlatlarına sahip çıkıyorlar! Allah kabul etsin… İtirazı olan!

                        Mezarlık ziyareti esnasında, Gerilla mezarlarının sürekli tahrip edildiğini duydum. Ölüye saygı göstermenin, arkasından bile konuşmamanın öğütlendiği İslam öğretisinde; Müslümanlar tarafından, yaşamını yitiren gerillaların mezar taşları bile kırılıyordu. Yaşamını yitiren gerillaların naaşına,  insanlık dışı muamelelerin yapıldığını biliyorduk, anlaşılan bu yetmemiş, sıra mezar taşlarına gelmiş! Bayram sabahı mezarlık ziyaretine giden ve mezar taşının kırıldığını gören ailelerinin karşılaştığı manzarayı birlikte hayal edelim! Her ikisi de Müslüman olan iki insandan biri ölünce şehit, diğeri terörist oluyor. Şimdilerde; kırılacak mezar taşı bile olmasın diye, öldürülen Kürtlerin topluca gömüldüklerini de öğreniyoruz. İstanbul’un göbeğinde, Arnavutköy’deki Rum mezarlığını top sahası yapan zihniyet, Kürde ne yapmaz…

                  Merak ediyorum; askerin biri bir gün namaz kılan bir gerilla ile karşılaştığında ne yapacak diye? Karşısında kendi ile farklı şeyler düşünen bir Müslüman mı görecek yoksa bir suçlu mu? Bence tetiği çekmek için en fazla namazın bitmesini bekler. Malum Müslümanlıkta hoş görü var!  Biz bu hoşgörüyle 7 Ocak 1998’de Malatya’da oruç tutmadığı için katledilen Kürt öğrenci Ümit Cihan Tarho ile (Ümit'in katili beş yıl yatıp afla çıktı, ardından intihar etti.)  bir kez daha tanışmıştık. Bu ülkenin Müslüman’ı oruç tutmayan birini vuracaksa Kürt olmasına dikkat eder. Emekçisi ise yumruk atmak için, Kürt toprak ağasını bekler! Bu ülkenin iftar sofraları Kürd’e kapalıdır. Açıksa da sadece “yaradandan ötürüdür” o da Kürtlüğünü bırakması şartıyla!

                 Hucurat suresi’nin; “Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve ’birbirinizi tanımanız ve tanışmanız’ için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık.” Ayeti buralarda bir anlam ifade etmiyor, varlığımızdan çok rahatsızsanız bizi sevmenize sebep olan yaradanınıza sığının! Bizden alacağınız cevap sabittir. İsyandır!

  Hayırlı Ramazanlar…

Ahmet Saymadi / 31 Temmuz 2011 Pazar

---
(Ben bu satırları yazarken annem yan odada Yasin okuyordu…)

14 Temmuz 2011 Perşembe

SİLVAN YANIYOR!

SİLVAN YANIYOR.


Her şeyi geçtim! Ortada yitirilmiş 20 can var!

Dedem Silvanlıdır. Silvan’ın bir Malabadi Köprüsü vardır. Oradan hatırlanırdı Silvan. Birkaç saattir, bize; girişi çıkışı yasaklanan beldeleriyle, kolordu büyüklüğünde bir kuvvetin yaptığı operasyonla, yakılan ormanlarıyla, üzerinde hiç dinmeyen helikopter ve uçak sesleriyle, bombalanan çatışma alanlarıyla hatırlatılıyor. Haritanın yırtılan yerinin adı bugün Silvan’dı… Silvan yanıyor, yakılıyor…

Bir şok haber olmaktan öteye geçemeyen çatışmalar ve askeri operasyonlar, öldürmekte ustalaşanların sayesinde hayatımıza geri döndü. Anlaşılan, bize taşı kırmakta ustalaşmak düşüyor! Tüm televizyon kanallarının çatışmaları aynı anda flaş haber olarak geçmesi, devlet bürokrasisinin mevcut programlarını iptal etmesi, şehitlere devlet töreni yapılması, sokaklara dökülen milliyetçilerin “Şehitler ölmez, vatan bölünmez” diye bağırması dışında ne yaşanacak yarın? Ne değişecek?

Bu insanlar neden öldü diye bir soru sorulmayacak! Gerillanın neden dağa çıktığına dair bir soruya cevap aranmasını beklemiyorum zaten! Bu kez ortaya saçılan bir gerçek daha var; Silvan’daki çatışmayı kökten halletmek isteyen TSK,  uçaklarla bölgeyi bombalamış ve çıkan yangının ortasında kalan askerlerin ölüm sebebinin bu yangınmış! Üstüne üstlük Silvan Belediyesi’ne ait itfaiye araçları yangın yerine gönderilmemiş. Kürdün Belediyesine ait suya da ihtiyacı yok TSK’nin. Yani askerler çatışmada değil, TSK’nin yarattığı cehennemde can vermiş. Ayrıca, orman yangınlarına Kürt Bölgesi’nde karşı değil devlet, hiç orman yanmazsa, kendi yakar!  Vatandaş bu gerçekleri kurcalayıp işin aslını mı araştıracak? Kurunun yanında yaş da yanar mı diyecek? Yoksa tüm bu yaşananları görmezden mi gelecek? 

Daha şimdiden dört bir yandan sesler gelmeye başladı, en iyimseri şöyle; “Kürtlerin haklı olduğu taraflar var ama… Talepleri kabul edilemez. Şehitlerin hesabını vermeliler.”  Yaşamını yitiren 7 gerilladan bahseden yok. Zaten onlar “ölü ele geçirilmişti ya da öldürülmüştü” değil mi? Sadece yazması kolay;  13 asker 7 gerilla yaşamını yitirdi… Neresinden bakarsak bakalım, 20 gencecik insan artık aramızda değil. Çatışmaları hayatımıza geri döndüren AKP ve devlet bürokrasisi yaşamını yitirenlerin tek failidir yani katildir. Seçimlerden bu yana takındığı tavır, bugünlerin habercisiydi. 

Mehtap bu geceyi aydınlattı, güneş yarın günümüzü karartacak. Türk Silahlı Kuvvetlerinin “zayiatı” az göstermek için ağır yaralı diye tanımladığı askerlerin ve ölü ele geçireceği gerillaların ölüm haberleri gelecek yarın.

13 askerin cenazesi törenle kaldırılırken, 7 gerillanın cenazesi ailelerine günler sonra teslim edilecek. Gerillaların bedenlerinde insanlık dışı tahribatlar görülecek. Yaşarken birbirimize insan gibi davranamayacağız, birbirimizi anlamayacağız, hatta anlamamak için elimizden geleni yapacağız! Bunu anladım. Birbirimizi “öldürmeye veya ölü ele geçirmeye” devam edeceğiz onu da anladım. Bari en azından birbirimizi toprağa gömerken insan demeyi, insan gibi davranmayı öğrenelim. Kürtler çok şey mi istiyor! Şu anda söylenecek tek şey; Yaşamını yitirenlerin ailelerinin başı sağ olsun!

---

Malabadi Köprüsü, orada başladı bitti! Bu gariplerin öyküsü…

Ahmet Saymadi / 14 Temmuz 2011




9 Temmuz 2011 Cumartesi

AKP’LİYSEN ALLAH BAŞKA KEDER VERMESİN!*


AKP’LİYSEN ALLAH BAŞKA KEDER VERMESİN!*

               Murat Belge, Ezgi Başaran (1) ile yaptığı söyleşide, Sırrı Süreyya Önder’in Metin Lokumcu ile ilgili olarak,  “Yetmez ama evetçiler ölen adamların ölümünden sorumludur” demiş. Ardından Sırrı Süreyya Önder Murat Belge’yi aramış “Ben böyle bir şey söylemedim” demiş. Murat Belge de özür dileyerek cevaben şöyle demiş: “Benim açımdan asıl sorun, onun da böyle konuşanlarla aynı paralelde davranmasıydı.” (2) Birden aklıma geldi; 01 Haziran tarihinde facebooka böyle bir ileti yazmıştım, şöyleydi: “Bir gün AKP'den hesap soracağız. Ama AKP'ye yardakçılık eden liberallerden iki kere hesap soracağız. Metin Lokumcu'nun katline ortak olduklarını onlara hatırlatacağız... Yetmez ama..."  Metin Lokumcu’nun öldürülmesine duyduğum öfke ile yazmışım. Sanırım Murat Belge beni takip ediyor! 

              Ben de Murat Belge’nin röportajında söyledikleri ile ilgili bir şeyler söyleyeyim, madem kendisi bizi anmış! Önce, “13 Haziran sabahı memnundum” cümlesi ile başlayalım. Aranızda 13 Haziran sabahı halinden memnun olan var mıydı? Seçim barajına, engellemelere rağmen Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu 36 vekili meclise taşımayı başarmıştı. Ama ortada bir 326 (Çalınan vekillikle artık 327) vardı. AKP’nin yaptığı onca zulme rağmen, seçimden başarı ile çıkması karşısında insan nasıl halinden memnun olabilir, ben anlamıyorum!

          Murat Belge sonra bir bakmış, aaa ne görsün “Baktım BDP ve AKP dövüşmekteler.” Hatip Dicle’nin yerine Oya Eronat meclise gidecek, KCK tutuklusu vekiller tahliye edilmeyecek, yüz binlerce insanın iradesi yok sayılacak, askeri operasyonlar devem edecek,  insanlar yine saçma nedenlerle KCK adı altında tutuklanmaya devam edecek, BDP’de buna sessiz kalacak! Kürt Özgürlük Hareketi Olanca samimiyetiyle barış için elinden geleni yaparken, AKP’nin yaptığı saldırıları görmeyip durumu “dövüşmek” gibi algılamak, dövüşmemelerini isteyen birisi için bile zorlama bir tespit.

           Usanç içine düşen Murat Belge devam ediyor: “hep aynı monoton sorunlar içinde döndüğümüzü görüyorum. Sorunlar aynı, sorunlara reaksiyon biçimleri aynı, insanların birbirini suçlama şekilleri aynı…” Bir yerde haklı; 40 yıldır (daha fazla olması kuvvetle muhtemel) Kürt halkına uygulanan inkâr ve asimilasyon politikası, İşçilere ve emekçilere uygulanan sömürü, kadınlar üzerindeki baskılar değişmiyor.  Değişen ise mücadele dinamikleri, Kürtler kendilerine yapılanları kabul etmiyor ve değiştirmek için topyekün mücadele ediyor. İşçi sınıfı gücünün farkına varmaya başlıyor. Kadınlar neredeyse her gün sokaklarda. Bir yerde daha haklı; Erkek egemen düzene, burjuvaziye, tekçi devlet yapısına suçlamalarımız aynı!

             Diğer sol liberal çevreler gibi Murat Belge’de içinde bir korku taşıyor: “Mesela şimdiye kadar bir darbe olması gerekiyordu, olmadı.” Bu ordunun ABD’den icazet almadan darbe yaptığı ne zaman görülmüş. ABD’den icazet kanalları AKP’ye çalışırken biz neden darbe korkusuyla yaşayalım? Darbe olmadı dokuz yıldır, peki sömürü ilişkilerinde bir değişiklik var mı? Yok. Askerin baskısını aratmayan (Gelen gideni aratır.) Polis ne peki?  Biz uzun zaman önce zaten bu ülke bir polis devleti demeye başlamıştık. Ordu yerini başka bir silahlı güce polise bırakırken, AKP orduyu zayıflatıyorum tezi ile rant sağladı. Artık hayatımızda darbe yapmasına bile gerek kalmayan, hayatımızın her anını TMK ile cehenneme çevirebilen bir polis ve sürekli sıkıyönetim halimiz var. Polis despotizminden de bahseden Murat Belge, polisin hükümete bağlı olduğunu ve AKP’nin polis teşkilatında çok örgütlü olduğu gerçeğini atlıyor. Polisin asılsız suçlamalarla tutukladı insan sayısı yakında 12 Eylül’ü geçecek! Ama neyse ki darbe yok!

                Devrim meselesi var bir de; “Türkiye öyle tuhaf ki, birinin muhafazakâr olması için önce devrim yapması gerekiyordu. Ki onlar da onu yaptı. Askeri geriletme meselesi bayağı devrim.” Birikim dergisinin Ekim/Kasım 1979 tarihli ayısının 18. Sayfasında şöyle bir değerlendirme var: “siyasal gelişmeler bir iktidar krizi eksenindedir. Kapitalist mülk sahibi sınıflar ile geleneksel üretim düzeninin orta büyük mülk sahibi sınıfları arasında, büyük bürokrasi ve ordu komuta kadrolarının da katıldığı bu mücadele, mevcut siyasal düzenin üst kurumları içinde cereyan etmektedir.  Toplumun iki ayrı cepheye ayrıştığı bu mücadele sürecinde devletin bürokratik aygıtı, hatta güvenlik güçleri toplumdaki genel saflaşmaya bağlı olarak ayrışmaya başlamış, bizatihi devlet aygıtının kendisi “Mücadele Alanları”ndan biri olmuştur.” Tespit çok tanıdık değil mi? 1979’ta burjuvazinin iki kutbu arasındaki devlet aygıtına sahip olma mücadelesi ve iktidar krizi, 2011’de devrim diye nitelenebiliyor! Ben devrim göremiyorum, ya siz?

              Murat Belge söyleşisinin en can alıcı yeri ise Metin Lokumcu için kurduğu cümleydi: “Yalnız, Hopa’daki gariban adamın bu kadar heyecanlanacağı bir durum yoktu. Biraz da yapay olarak pompalanan, ucu Ergenekon’a uzanan bir gerginlikti.” Burası ile ilgili çok söz söylendi, Karadeniz’de HES’lere karşı verilen mücadeleyi ve mücadele veren örgütlerin geleneksel yapılarını da iyi bilir Murat Belge. Karadeniz’de verilen mücadeleyi, Ergenekon’a bağlayarak, hem Karadeniz’de yapılan doğa tahribatını görmezden geliyor, hem de orada mücadele eden insanlar ile ilgili iftirada bulunuyor.    

              Röportajda Murat Belge’nin seçim sabahına kadar AKP’ye oy verme eğiliminde olduğunu anlıyoruz: “Yani seçimde bütün bu geçmişten ötürü yine AKP’ye oy verecek bir kafadaydım. Ama seçim sabahı uyandığımda AKP’ye oy veremeyeceğimi hissettim. Ve oy kullanmadım.” Kendini komünist diye tanımlayan birisi hangi dayanaklarla AKP’ye oy verir anlamak mümkün değil. AKP kısaltmasındaki “K” harfini komünist olarak algılamış olabilir mi?

              Cevaben yazdığı yazıda referandumda “hayır” oyu verenlerle ilgili olarak: “hayır” demenin, “hayır” oylarının sayısını yükseltmiş olmanın, Ergenekon mücadelesi veren kesimin işine yaradığı, durumun nesnel olarak böyle olduğu, bu sonucu verdiği kanısındayım.” Demiş. Peki, “yetmezinden evet” kimin işine yaradı. Referandum günü sonuçlar değerlendirilirken, evet oylarını AKP’nin başarısı ve desteği gibi yorumladılar mı?  

               Murat Belge’nin yazısında vurguladığı ve benim de katıldığım bir nokta var: “Bir bakana yumurta atan öğrencileri düşün… Niçin darbeler iyidir diyen Süheyl Batum’a atmıyorlar?” Sol, sosyalist çevreler AKP’ye gösterdikleri tepkiyi aynı şeklide CHP’ye de göstermeliler. Burjuvazinin iki ayrı kanadından birine tepki gösterilmemesi birinin üstü kapalı da olsa tercih edildiği anlamına gelebilir. Böyle bir tutumdan dikkatle kaçınmak gerek.  

               Bir de tabi Murat Belge’ye destek cephesi var. Sürekli olarak “AKP zaten muhafazakâr sağ bir parti, AKP’den bu kadar çok şey beklemenizi anlamıyoruz!” (3) diyorlar. Bizim bir şey beklediğimiz yok ama sizin dolaylı da olsa AKP’yi desteklemenizi anlamıyoruz. Tayyip Erdoğan’ın tarihe geçmesi için Kürt sorununu çözmesini istiyorlar; Tayyip Erdoğan zaten tarihe geçti, nasıl geçtiğini bu ülkenin yoksullarına, ezilenlerine sorun onlar anlatır!


Ahmet Saymadi / 09 Ağustos 2011 Cumartesi


                               




 *    Başlık cümlesi, Sırrı Süreyya Önder’den.