21 Aralık 2010 Salı

PEKİ HATIRLAMAK NEDİR BİLİR MİSİNİZ?




PEKİ HATIRLAMAK NEDİR BİLİR MİSİNİZ?
Bugün 19 Aralık ikibinon, bundan on yıl önce, bir sarsıntı geçirdik. Bugün gördüğüm bütün videolarda "unutma, unutturma" yazıyordu. Ben unutmadım hiç ama yinede o günleri hatırlamaya çalıştım bugün, tekrar tekrar! Aklımda kalanlar bunlar…
O zamanlar  Bandırma’daydım Küçük bir kafe vardı yine hayatımızda, yuvarlanıp gidiyorduk. Küçücük bir şehirde yine küçücük bir sığınak yaratmıştık kendimize.  Adını da biraz kendime öykünerek vermiştim; "Göçebe" 22 yaşındaydım ve üçüncü şehrimdeydim. 


F tipi yaşama karşı başlatılan ölüm oruçları sürecinde , F tipi cezaevleriyle ilgili çok fazla yazılıp çizilmişti. Hepimizin F tipi cezaevleriyle ilgili uzmanlaştığını hatırlıyorum, cezaevleri bir nevi okul gibiydi tüm solcular için. Hep birlikte koğuş düzeninde kendilerince bir dayanışma içerisinde yaşayan devrimcilerin ikişer ikişer veya teker teker yaşamak zorunda kalması, yalnızlaştırılması çok ağır geliyordu hepimize. Bir gün cezaevine girebiliriz korkusu da vardı, hala var ya neyse… 


Bir de teknik ayrıntılar vardı hep can sıkan, metrekare ölçüleri, tuvalet ve lavaboların yerleri gibi onlarca ayrıntı dönüp duruyordu havada. Almanya’daki RAF üyelerinin direnişi ile ilgili şeyler izliyorduk, duvarlara dışkı ile yazılar yazdıklarını hatırlıyorum. Kirli direniş gibi bir şey diyorlardı… Ama en çok aklımıza takılan şey ya da tartıştığımız şey, birilerinin bir mesele için günlerce hiçbir şey yememesi hatta bunun sonucunda ölümü göze almasıydı. Demek ki devletin onlardan almaya çalıştığı, yaşamın tüm damarlarını ortadan kaldıran bir şeydi. Uğruna bu şekilde ölünecek bir şey var mıydı? Hayat bu kadar zor olmamalıydı…Bu inanç başka bir şeydi.
Fatma’yı hatırlıyorum bizim arkadaşımızdı, İstanbul’a gitmişti, bizden evvel. Küçükarmutlu’da bir evde, o da yoldaşlarıyla yatmıştı ölüm orucuna. "Kulaksız" kardeşlerden biri de vardı o evde. Aklımda kalan en önemli şeydir. Kardeşi mahpusta ölüm orucunda olduğu için, kendisi dışarıda aynı eylemi gerçekleştiren bir kadın,  iki kardeş.  Ve babaları, yılar sonra karşılaştım onunla, Ahmet kulaksız’la… İnsanda başka bir ağırlık bırakan bir adam. Mehmet Ağar gibi bir katilin bile kızının ölümünden sonra Kürdistan’da süren kirli savaş için söylediği ‘allah kimseye vermesin evlat acısını’ lafından sonra, evlat acısının nasıl zor bir şey olduğunu daha iyi anlamıştım. Katili bile imana getiren o acı.. Annem takdiri ilahi diyordu; "Allah verdi ona da acının en büyüğünü". Ama önümüzde bir katilin bile yüreğini dağlayan bir acıya, çocuklarının iradesine saygılı olmak adına, dayanmaya çalışan, boynunu bükmeyen, direncini dik tutan bir adam vardı. Ahmet Kulaksız... Ölene kadar adını duyduğumuzda irkileceğimiz, her dersi boşa düşürecek bir isim. Hava alanında, Dursun Karataş’ın cenazesinde karşılaştık, ben orada bir çalışandım, o ise yine bir yoldaşını karşılıyordu… Metanetle… Hala Ahmet Abi'yi görünce tüm dertlerimin ne boş olduğunu, ne kadar anlamsız olduğunu düşünürüm. Küçük burjuva dertlerimiz ve biz...
Fatma’yla da yılar sonra karşılaştık, o günler geride kalmıştı, bin bir acıyla. Yaşama tutunmuştu, yeni bir hayata gebeydi. Hala adı aklıma gelince içim umut dolar.
O zamanlarda hepimiz ölüm orucuna yatanlara yapılacak bir operasyon bekliyorduk. Ulucanlar Cezaevi’ne yapılan operasyonu ve vahşeti görünce paniğe kapılmıştık. Yanımızdaki dostlarımızın yoldaşlarından Habip ve Ümit yaşamını yitirmişti onlardan daha sıcak haberler alıyorduk, her ikisinin de nasıl yiğit insanlar olduklarını anlatıyorlardı. Hayat işte, yıllar sonra ümit’in eşi Melek’le de tanıştık, hakikatli, yürekli bir kadındı.
Hatırlıyorum, tüm gazeteler cezaevlerinin nasıl güzel yerler olduklarını yazıyorlardı. şöyle konforlu, böyle konforlu, çok temiz yerler diye. Bazı gazetecilerle geziler yapılıyordu ‘çok güzel yerler’ diye haberler yapılıyordu, çok konforlu falan gibi. Tarih bilincinden yoksun bizler, aynı şeylerin 1980’li yıllarda Diyarbakır cezaevinde de yapıldığını bilmiyorduk, sonra öğrendik. Şimdi AKP’nin kevgire çevirdiği ve bu sayede insanlık timsaline dönen ama ağızları hala kan kokan Yılmaz Özdil, Cüneyt Ülsever, Ertuğrul Özkök, Güneri Civaoğlu ve Fethullahçı basın; kanlı iftar, oruçları yalan, geceleri yiyorlar gibi haberler yapıyorlardı. Doktorlara sorduk bu kadar zaman aç kalınmaz ölünür diyorlardı. Haklıydılar, sonra gerçekten öldüler!
Biz o zaman o küçük ilçede bulabildiğimiz kısıtlı yayınlarla takip etmeye çalışırdık olanları, bazı arkadaşlarımın bu gece operasyon yapacaklar deyip uyumadığını biliyorum, sözleşirdik ayık olan diğerlerini uyandırsın diye. Evet, bir sabah uyandık,  aradı "Başladılar" dedi bir arkadaş. Koşuştuk ekran başına "döküldük"
Bayrampaşa cezaevinin çatısında ,çatıyı balyozla kırmaya çalışan askerler gözlerimin önünde, nedense aynı kareyle özdeş tek bir kare var aklımda; Filistinli bir gencin kolunu taşla kıran İsrail askerleri.
Operasyon hepimizde onulmaz yaralar açtı. Ama en önemlisi hepimiz için iradesi en kırılmaz dediğimiz mahpusların kırılması, geleceğe olan umuduzu sakinleştirdi. Umudumuzun tekrar kalabalıklaşması, İstanbul’da kalabalığımızı fark etmemize denk gelir.
Hayata Dönüş operasyonundan iki yıl sonra İstanbul’a geldim, asker kaçağıyım o aralar… Nereye gitsek, hangi mekâna girsek, bir vernicke-korsakoflu ile karşılaşırdık. İnsan onlarla karşılaşınca, ayakta durduğuna utanırdı. Zor yürümeleri, ağır konuşmaları, birinin refakatiyle dolaşmaları... Yaşamın hücreleştirilmesi her yere sirayet etmişti.
Aradan yine yıllar geçti, bir gün Kumbara Kafe'ye bir arkadaşım geldi; "yurt dışına tedaviye gidecek bir arkadaşımıza veda yapacağız, burada olur mu?" dedi, "tabi" dedim. Ardından Hacer geldi, hani yüzü yanan 19 Ocak’ın simgesi haline gelen Hacer Arıkan… Yurtdışına ilk ameliyatına gidecekti on yıl sonra, yoldaşları onu çok sevdikleri türkülerle uğurladılar. Bir yoldaşının dediğini unutamıyorum; "Göçmendir Hacer, Çok güzel bir kadındı, umarım düzelir." Bu bir dostun, yoldaşın aynayla barışmasına yakarışıydı. Hacer gitti. Aylar sonra tekrar karşılaştık; "nasıl oldun" dedim,  o cevap olarak "artık burnum var" diyerek espri yaptı. Şimdi ikici ameliyata gitti "çocuklar ondan korkmasın" diye, neşeyle konuşuyordu Hacer. 


Hacer Arıkan’ın ve Ahmet Kulaksız’ın isimleri silinmeyecek aklımızdan, onlar insanlığımızın aynası.
Sağmalcılar ise; şimdilerde bir metro durağı, cezaevi ise yıkılıp alışveriş merkezi yapılacakmış, bütün anlamları ardında bırakarak. Annemler oturur orada, acının yanı başında...  

Ahmet / 19 Aralık 2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder