29 Ocak 2012 Pazar

HASTALANMAK ZOR İŞ!

Hastalanmak zor iş!

Uzun zamandır klavyeden parmakları kaldırmadan, içimden nasıl geldiyse öylece, analiz yapmadan, politika içermeyen yazı yazmamışım! Özlemişim böyle yazmayı.

Hrant Dink’in son duruşmasında, hâkim kararı açıklayınca, adı Ümit olan yakını bir kadın sinir krizi geçirdi ve mahkeme heyetine bağırdı. Hâkim gözaltına alınmasını istedi. Avukatlar ve salondakiler vermedi. Salonun çıkışında, bu davadan böyle çıkmamak için, duruşma salonun önünde slogan atmaya başladık “Katil devlet hesap verecek” diye. O kadar öfkeyle ve sıkça atmışız ki sloganı,  mahkeme önü Agos’a yürüyüş derken o gece ses gitmiş.

19 Ocak’ta Taksim’den Agos’a yürüyüş orada soğukta geçen saatler, üzerine ertesi gün Çayan’ın doğum gününde içilen buzlu rakılar derken bizim ses hepten gitti. Bir de grip salgını eklenince hepten şifayı kaptık. Ihlamur, nane, limon kaynatmaya bile başladım.

Bizim ev Cihangir’deki yegâne sobalı binada sanırım. Manzara iyi, ev büyük ama yılın üç ayı çok soğuk oluyor. İşte o mübarek üç ayların ikincisindeyiz. Biladerler annemlere kaçtı soğuktan. Ben de yer değiştirmeyi pek sevmediğimden, evde kaldım. Evde geçen bir hafta da dizi mütehassısı oldum denilebilir.
Diziler genelde zenginlerin evlerinde geçiyor, çok entrikalı hayatları var bunların, işler tam çözülecekken birbirine giriyor ya da herkes birbirini yanlış anlıyor. Bu yanlış anlaşılma kaç bölümde normale dönüyor anlamak mümkün değil. Tam doğru anlıyorlar, bu sefer de başka karakterler birbirini yanlış anlıyor. Birbirini yanlış anlayan anlayana! Niye kimse birbiriyle konuşmaz.

Bir de çok zevksizler; evleri kocaman, eşyaları da kocaman. Ne kadar gereksiz şey varsa evlerine doldurmuşlar. Oysa yoksul evleri öyle mi! İhtiyaç fazlası şey bulmak zor gibidir. Sadece dillere pelesenk olan “vitrin” vardır.

Babam için diye bir dizi var, fena değil gibi. Dekan yardımcısı bir adamın, nasıl da kızlarını dövdüğünü, hayatlarını zehir ettiğini anlatıyor. Genelde böyle şeyleri yoksuların hanesine yazan dizilerden değil. Ama o dizide sarpa sarmaya başladı.

Yalan Dünya, pek eğlenceli. Olgun Şişek döktürüyor. Orçun pekiyi. Cihangir zibidileriyle dalga iyi dalga geçiyorlar. 

17 Ocak 2012 Salı

ADALET BU DAVANIN NERESİNDEYDİ Kİ!

ADALET BU DAVANIN NERESİNDEYDİ Kİ!



19 Ocak 2007 tarihinde katledilen Hrant Dink; dün bir kez daha katledildi.  Mahkeme heyeti, Hrant Dink davasında 5 yıl süren uzun yargılama sürecinde, 25. Duruşmanın sonunda kararını açıkladı. Yargıtay’a yapılacak itiraz, Yargıtay’dan/mahkeme’den gelecek kararın AİHM’e gitmesi, süreci hukuki olarak devam ettirecek evreler olacak. Belki de dava bundan sonraki evrelerde daha fazla tartışılacak.

Bütün duruşmalara bu davayı takip ettiğimizi, katillerin ve azmettiricilerin peşini bırakmadığımızı belirtmek için gittik. Bugünkü duruşma ise kararın açıklanacağı duruşma olması sebebiyle, herkes tarafından çok daha fazla önemsendi. Son ana kadar mahkeme önünde yüze yakın insan beklemekteydik.

Açıklanan karara duruşma salonundaki herkes çok şaşırdı! Nasıl böyle bir karar verilebilirdi? Birçok insan gözyaşlarına hâkim olamadı, öfkelenenler oldu. Bir grup ise, alkışlarla kararı protesto etti ve “Katil devlet hesap verecek” sloganını mahkeme koridorlarında haykırmaya başladı. Bu ses, bu Devrimci öfke dışarıda yankı buldu… Oysa, şaşkınlık anlamsızdı, kararda şaşırılacak bir şey yoktu!

Ogün Samast: cinayetin hemen ardından cep telefonunu ve tabancasını yanından ayırmadan, İstanbul’dan bir akraba ziyaretinden döner gibi otobüse atlamış, memleketine dönmeye karar vermişti. Özgüveni tamdı. Kamera kayıtlarının ortaya çıkmasından sonra yakalanmış, yakalayan güvenlik görevlileriyle Türk bayrağı önünde gururla resimler çektirmeyi ihmal etmemişti. O güvenlik görevlilerine ne mi oldu?

Ogün Samast, yargılama sürecinde montunu ve beresini attı, takım elbise giymeye başladı, cemiyet hayatına yakışır bir katil olmaya özen gösterdi. Biraz çelimsizdi, cezaevinde semirtildi. Terörle Mücadele kanunu kapsamında, 15-18 yaş grubu çocukların özel yetkili ağır ceza mahkemelerinde yargılanmasına ilişkin maddenin değiştirilerek, çocukların, çocuk mahkemelerinde yargılanmasını sağlayan maddeden ilk faydalanan o olmuştu. Kürt çocukların ise bir kısmı salıverilmiş, 18 yaşlarını doldurmalarına müteakip tekrar tutuklanmışlardı. 12 Eylül cuntacılarının 17 yaşındaki Erdal Eren’i idam etmesinin ardından devletin itibarının zedelenmesini istemeyen AKP, 17 yaşındaki Ogün’e gereken hassasiyeti göstermeyi ihmal etmemişti! Ogün Samast şimdi ne mi yapıyor? Avukatı ortada bir örgüt olmadığı için saatler önce tahliyesini istedi bile!

Yasin Hayal: Hayatı boyunca şiddetle iç içe olmuş bir BBP üyesi. Trabzon’un Pelitli ilçesinde katil adayı ararken Ogün’ü bulmuştu. Ogün Samast’ın “Onu bana niye öldürttün?” dediği şahıstı Yasin Hayal. Mahkemelerde dink ailesine sataşan, tehdit eden, son olarak savcıya küfürler yağdıran Yasin Hayal’inde kendine güveni tamdı. Mahkeme heyeti Yasin’in güvenini boşa çıkarmadı! Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası aldı. Bir süre sonra “adli suçlulara” çıkarılacak aflarla aramıza döner.  Nasıl olsa örgüt üyesi değil. Yasin Hayal; 1 Mayıs’a, 8 Mart’a, Newroz’a arkadaşlarıyla katılmadı ki, örgüt üyeliğinden yargılansın…

Erhan Tuncel; Trabzon emniyet müdürlüğüne bağlı çalışan, BBP üyesi bir polis muhbirdi. Yasin Hayal’i yakından takip etmiş, faaliyetlerini gerekli birimlere bildirmişti. Ancak takip ederken, katillerin işini kolaylaştırmayı ihmal etmemiş, internetten maktulün resimlerini indirip çoğaltarak katillere dağıtmıştı. Emniyet Müdürlüğü’de başından beri Tuncel’e sahip çıkmıştı. Katliamın kilit ismi Erhan Tuncel ne mi oldu? Tahliye edildi! Şimdi 2. Vatani görevini yapmak üzere askerlik şubesinde…
Muamer Güler: dönemin İstanbul valisi. Hrant Dink, onun valiliği döneminde Mit ajanları tarafından valiliğe çağrılarak tehdit edilmişti. Hrant Dink’in öldürülmesine dair gelen bilgilere karşı herhangi bir işlem yapmamıştı. Muammer Güler ne mi oldu? Fethullah Gülen Cemaati’nin önemli bürokratlarından olan Güler, terfi ile önce Kamu güvenliği müsteşarı, sonra AKP Mardin milletvekili oldu! …

Celalettin Cerrah: dönemin İstanbul emniyet müdürü. Katliamdan bir gün sonra “ortada bir örgüt yok” demişti. İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nden terfi ettirilerek Osmaniye Valiliği’ne atanan Celalettin Cerrah, 5 yıl sonra haklı çıktı!
Ramazan Akyürek: dönemim Trabzon Emniyet Müdürü. Görev yaptığı dönemde; McDonald’s bombalandı, KTÜ Öğretim Üyesi Doç. Hicabi Cındık öldürüldü, KTÜ’den Prof. Dr. Sadettin Güner ve üç yaşındaki oğlu çapraz ateşle öldürüldü, TAYAD üyeleri yüzlerce kişi tarafından linç edildi, Santa Maria Kilisesi’nin rahibi öldürüldü. Ramazan Akyürek, Erhan tuncel’i başından beri sahiplenmiş, Tuncel ile ilgili mahkemeye; “Erhan Tuncel muhbirliği 2 ay önce bırakmıştır.” imzalı bir yazı yollamıştı, oysa Erhan Tuncel hala görevdeydi!  Ramazan Akyürek ne mi oldu? Fethullah Gülen cemaatinin emniyet müdürlüğü içerisindeki en önemli ismi olan Akyürek, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı’na terfi ettirildi!  
Trabzon’daki ve İstanbul’daki emniyet görevlilerinin başından beri bildiği, Ankara’daki ilgili makamları haberdar ettiği ama kimsenin önlem almadığı, bilgilerin her yerde olduğu ama mahkeme tarafından istenilmesiyle birlikte imha edildiği bu katliam, devlet içindeki örgütlü güçlerce gerçekleştirildi. Katiller AKP tarafından 5 yıl boyunca korundu, bundan sonra da korunmaya devam edecek.

Hrant Dink’in katledilmesinde; hem AKP içerisindeki, hem de AKP dışındaki güçler yer almıştır. AKP, devlet geleneğini sürdürmeyi bilmiş ve 5 yıl boyunca katilleri korumuştur. Dava sonunda sadece; bir yarı deliyi ve tetiği çekeni cezalandırmıştır.

12 Eylül 2010 tarihinde yapılan anayasa değişikliği referandumunda, halkı yargı bağımsızlaşacak, diyen AKP, referandumda sol liberallerin “yetmez ama evet” kampanyası ile HSYK’da Adalet Bakanlığı’nın listesinin blok olarak seçilmesi ile tüm yargıyı kontrolü altına almıştır. AKP, Oda Tv, KCK, Devrimci karargâh davaları, öğrencilerin ve gazetecilerin tutuklanmaları ile yargının ne kadar adil işlediğini ortaya koymuştur. Uludere ve Kazan vadisi katliamlarıyla ise faşizan yüzünü tam anlamıyla ortaya koymuştur.

Adaletsizliğin ve eşitsizliğin hoyratça hüküm sürdüğü bu dönemde, AKP’den adalet beklemenin ne kadar anlamsız olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır. AKP politikalarından medet uman ve itibarını uzun zaman önce kaybeden sol liberallere, referandumdan sonra balkon konuşmalarında teşekkür edilen "yetmez ama evetçilere" sormak lazım: bu adalet size yeter mi? Azalan itibarları, mahkemenin kararını açıklaması ile tamamen bitmiştir! Hedef saptırma, AKP dışındaki odakları işaret etme politikası iflas etmiştir.

Safların sıklaşacağı zeminin sloganı ise belirginleşmiştir: Kahrolsun AKP faşizmi! Yaşasın Devrim ve Sosyalizm!

Ahmet saymadi / 18 Ocak 2012 Çarşamba








11 Ocak 2012 Çarşamba

KÜRT MEMET NÖBETE

KÜRT MEMET NÖBETE




Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne dek, kabaca laik ulusalcılar ve muhafazakârlar diye tabir edebileceğimiz güçler arasında bir mücadele sürüp geldi. Bu mücadelenin 2002 yılında başka bir yere evrildiğini, AKP’nin tek başına iktidar olmasıyla her şeyin değiştiğini söylemek mümkün.  2002 genel seçimlerinde AKP’de oluşan iktidar bloku, ustaca hamlelerle ve ABD’nin de icazetiyle, bugün; gücünü ne zaman kaybedeceği merakla beklenen bir tiranlığa dönüşmüş durumda. En iyi ihtimallerde bulunanlar bile 2013 yerel seçimlerini ve 2015 genel seçimlerini alacağına şimdiden kesin gözüyle bakıyor.

Türkiye’de devrimci güçlere karşı yapılan 1971 muhtırasının ve 1980 darbesinin ardından devrimci hareketin önünü kesmesi için, muhafazakârların işinin hayli kolaylaştırdığını hatta önlerinin açıldığını söylemek mümkün.  1980’den sonra; ANAP iktidarlarında kendine daha fazla yer bulan, giderek gücünü arttıran, sermaye ile ilişkilerini geliştiren, hatta kendi sermaye gruplarını oluşturan başka bir muhafazakârlık gelişti.

Daha radikal muhafazakârlar ise Milli görüş geleneğinin devamı olan Refah partisiyle yerel yönetimlerde deneyim kazandılar, güçlerini arttırdılar.  28 Şubat’ın ardından,; REFAH, ANAP, DYP, MHP kadroları içerisinde yer alan muhafazakârlar, kendileriyle ortaklaşabilen diğer güçlerle ittifak yaparak AKP’yi kurdular. AKP, 2002 seçimlerinde %34, 2007’de ise %47 oy aldı. Bu onların devleti yönetme kabiliyetlerini ispatladı, toplum nezdinde meşruiyetlerini kazanmalarını sağladı ve uluslararası arenada itibarlarını arttırdı.

Devlet aygıtının eski sahiplerinin elinde ise sadece ordu ve yargı kalmıştı.  2002 yılında genelkurmay başkanı olan Hilmi Özkök ordunun AKP ile uzlaşmasına, ordunun AKP kontrolüne geçmesine ivme kazandırdı. Yaşar Büyükanıt ise, Özkök ile başlayan uzlaşma zeminini 2007’deki Dolmabahçe toplantısıyla perçinledi. Araya sıkışan İlker Başbuğ’un ve Işık Koşaner’in genelkurmay başkanlıkları dönemlerini de ustaca hamlelerle atlatan AKP, Nejdet Özel ile birlikte istediği genelkurmay başkanına kavuştu. AKP, ordu ile yaşanan tüm krizleri gücünü konsolide ettiği manevralara çevirmeyi bildi.

Yargıdaki, güçlerini de giderek kaybeden ulusalcılar, 12 Eylül 2010 referandumundan sonra yapılan HSYK seçimlerinde Adalet Bakanlığı’nın listesinin seçilmesi ile güçlerini tümden kaybettiler. AKP, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nden devşirdiği Özel yetkili ağır ceza mahkemelerini de bir zamanlar kendisine karşı kurulan İstiklal mahkemeleri gibi kullanmayı ihmal etmediler.

Son olarak, İlker Başbuğ’un tutuklanması güç dengelerinin başka bir boyut kazandığını gösterdi. AKP, kimseyi umursamadığını, her an herkese “dokunabileceğini” göstererek siyasi muhaliflerine son restini çekti. Buna AKP’li bakanların hemen her konu hakkında umursamaz, pervazsız açıklamalarını da ekleyebiliriz!
Ancak bu kavgada ortaklaştıkları meseleler de mevcut! Cumhuriyet tarihi boyunca ulusalcılarla muhafazakârların üzerinde uzlaştığı üç şey var: Kürt halkına, Devrimcilere ve kadınlara/eşcinsellere uygulanan şiddet! Her ikisi de Kürt halkının boyunduruk altında tutulmasında, burjuvazinin çıkarlarının korunmasında ve cinsiyetçilikte hemfikirdir. O sebeple her ikisinin de en nefret ettiği cümledir: “Ulusal, Sınıfsal, Cinsel sömürüye hayır” Her ikisi de varlığını bu üç ayaklı sömürüye borçludur. En çekişmeli oldukları anlarda bile bu meselelerde ortak tavır aldıklarını görebilirsiniz.

Muhafazakârlarla mücadelede güç kaybeden ulusalcılar, Son zamanlarda AKP’ye karşı işbirliği arayışına girdiler. Her devrin partisi ve hep güçlüden yana olan MHP ile işbirliğinden ziyade MHP’nin tabanını çekmeye oynuyorlar. Sosyalistler arasında ise AKP gibi bir güç karşısında, ulusalcılarla işbirliği yapmayı tercih edecek olanların ortaya çıkacağı aşikâr…

Bu ittifak arayışında ulusalcılar açısından kesinlikle kazanılması gereken güç ise; Kürt Özgürlük Hareketi. Hatta uzun zamandır bu konuyla ilgili çaba sarf ediyorlar.

Zor durumda kaldıklarında, birlikte olmaktan en imtina ettikleri güçlerle işbirliği yapmaktan çekinmeyecek olan ulusalcılar bu konuda çok tecrübeliler. Onlar için başarı sayılacak olan ve ulvi amaçlarına hizmet eden bu ittifaklar, karşılarındakiler için çok acı sonuçlar doğurabiliyor.  İttihat ve Terakki cemiyeti, Abdulhamit’e karşı giriştiği iktidar mücadelesinde ilk olarak, Ermeni halkının Taşnak Sutyun partisi ile ve Kürt Teali Cemiyeti ile ittifak yapmış ve bu ittifakın İttihat’ın istediği sonuçları doğurmasından sonra; önce Ermeniler kırıma uğramış, ardından Kürtler kırıma uğramıştır.

Kürt Özgürlük Hareketi dönem dönem ulusalcılarla görüşmelerde bulunmuş, ulusalcıların ateşkes çağrılarına Hareket tarafından olumlu yanıt verilmiş hatta 1 Eylül 1999’da  “sınır dışına Çekilme” kararı da alınmıştır. Ancak, sınır dışına çekilme esnasında TSK tarafından operasyonlar yapılmış, birçok Kürt yaşamını yitirmiştir. 1991 Genel seçimlerinde SHP listelerinden seçilen Kürt vekiller mecliste yalnız bırakılmış, partiden istifaya zorlanmış, ardından dokunulmazlıklarının kaldırılmasıyla cezaevine konulmuştur.  Şimdi kürekleri çekmeye çağrılanların, ihtiyaç kalmayınca gemiden ilk atılacaklar listesine yazıldığını biliyoruz.

Yazılarında, eskiden birlikte mücadele ettiği Kürt arkadaşlarına selam yollayanların, CHP’yi ve BDP’yi ortak mücadele etmeye çağıranların, geçmişteki acı deneyimleri gözden geçirmelerinde fayda var. Yapılacak çağrıların doğru bir yerden yapılması şart. Cinsiyetçilikle, milliyetçilikle, burjuvaziyle mücadele ederken ortaklaşılan bir zemin var. İttifak, çağrısında bulunurken bile, kendi zeminlerine çağırıp, Kürt halkının taleplerinden vazgeçmelerini talep ediyorlar.   

Ayrıca, bu aralar sık sık verdikleri Mevlana’nın üç öküz hikâyesindeki öküzlerden birisi ulusalcılar değildir. Güçlerini birleştirmesi gerekenler; ezilen halklar, işçi sınıfı ve kadın kurtuluş/LGBT hareketidir. Ulusalcılar olsa olsa bu kavganın karşı saflarında yer alan kurtlar olabilirler. Biz o hikâyenin “Ermeniyi dövdürtmeyecektik” versiyonundan alacağımız dersi aldık!

Ahmet Saymadi / 11 Ocak 2011 Çarşamba



















6 Ocak 2012 Cuma

SIRANIN KİME GELECEĞİNİ KİM BİLİR!

SIRANIN KİME GELECEĞİNİ KİM BİLİR!


Özgür Gündem gazetesinin 2 Ocak tarihli sayısının forum sayfasında Serra Hakyemez ve Önder Çelik imzası ile yayınlanan yazıyı, bir arkadaşımın üye olduğumuz e-posta grubuna yollaması ile okuma fırsatı buldum.  Yazıya genel itibariyle katıldığımı belirtmekle birlikte bazı eleştirilerim var, bunu hem yazıyı kaleme alanlarla hem de yazıyı okuyanlarla paylaşmak istedim.

Türk ve Müslüman kimliğinin diğer kimlikler üzerindeki tahakkümü ve burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki tahakkümü üzerine kurulu Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığı bir hukuksuzluktur. Türkiye’de resmi ideoloji bu tahakküm ilişkilerinin devamı üzerine kurulmuştur. Bütün hukuk kuralları; halkın ürettiği değerlerin burjuvazinin zenginleşmesine ayrılması, halk yığınlarının sömürülerek yoksulluk içinde yaşaması, ezilenlerin değil sömürenlerin hakkının korunması üzere tesis edilmiştir.

Hukuk ikincil olarak; Kürt, Ermeni, Süryani, vb. etnik kimliklerin yok sayılması ve Türkleştirilmesi, gayri Müslimlerin ve Alevilerin inançlarının yok sayılması ve Müslümanlaştırılmasının aracı olmuştur. Bu minvalde Türkiye Cumhuriyeti Devleti; egemenlerin hakkını savunan, sömürünün devamını sağlayan bir kurum işlevi görmüştür. Devletin hukuk kuralları, alt yapı ilişkilerinin, etnik/inançsal hiyerarşinin düzenleyicisi ve koruyucusudur. Bunu Anayasadan başlayarak tüm kanunlarda görebiliriz.

Tablo böyle olunca;  tüm ezilenlerinin verdiği mücadele meşruluk kazanmaktadır. Bu mücadele ise; mevcut hukuk kurallarının içerisinde de verilebilir, hukuk kurallarının reddi ile dışında da verilebilir. Bunun belirleyeni, ezilenin öfkesi, iradesi ve gücüdür. Ezilenler verdikleri mücadeleyi hukuk kuralları içerisinde teşkil ettiklerinde, muktedirler tarafından kontrol edilme riski ile karşı karşıyadırlar. Bu yasallık, politik özneye görünürlük kazandırıp toplumsallaşmasını hızlandırır. Ancak rejimin selameti açısından tehdit oluşturdukları anda derdest edilirler, derdest edilemedikleri hallerde, muktedirin kendi koyduğu hukuk kurallarını çiğnemekten geri durmayacağı tecrübeyle/tarihle sabittir.

Ezilenin verdiği Mücadelenin, yasaların koyduğu çerçeve dışında yapılanması halinde ise; politik öznenin devletin zoru ile mücadelenin her safhasında karşılaşmayı göze aldığı ve şiddetle karşılaşmasının sistem içerisinde yer alan yurttaşlarca makul bulunacağı açıktır. Yurttaşların tepkisi genelde şiddetin boyutuyla ve yöntemiyle ilişkili olacak, uygulanan şiddetin kendisi sorgulanmayacak en fazla mevcut insan hakları çerçevesinde olması tartışılacaktır. Buradan; yasal alanın dışında hareket etmeyi tercih eden politik öznenin, görünür olmayacağı, toplumsallaşamayacağı gibi bir anlam çıkarılmamalıdır. Yasal alanın kısıtlılığı, devlet şiddetin dozu burada belirleyici olabilecek, kimi zaman yasadışı/silahlı mücadele çok daha olumlu sonuçlar doğurabilecektir.

Yasadışı mücadelenin meşru bulunacağı en önemli zemin ise; mücadelenin dayandığı toplumsal kategoriler ve onun stratejik ortaklarıdır. Ancak her halükarda, mevcut hukuk kuralları içerisinde hareket eden ve stratejik ortaklık durumu bulunmayan diğer muhaliflerin, yasadışı mücadeleyi sorgulama, gayrimeşru ilan etme hakkı yoktur. Tercih konusu olacak tek şey, bu mücadele biçiminin içinde olup olmamaktır. Bunun dışındaki sorgulamaların kitleleri düşüreceği yer ezenin saflarıdır!

Türkiye’de ve Kuzey Kürdistan’da; egemenlere karşı mücadele en az Cumhuriyetin tarihi kadar eskidir ve bu mücadelede hem yasal alan hem de yasa dışı alan kullanılmıştır. Her iki zeminde de verilen mücadele; kahramanlıklarla/hainliklerle, zaferlerle/yenilgilerle doludur. Türkiye’deki devlet geleneğinin köklü oluşu, politik öznelerin arasındaki rekabet, sürekli/ağır cunta koşulları her iki zeminde ayrı ayrı mücadele veren birbirinden farklı büyük örgütlerin erimesine sebep olmuştur.

Türkiye’de, 12 Eylül askeri cunta yönetiminin ardından Türkiye’de sosyalistler uzun süre yasadışı alanda faaliyet yürütmeye devam etmiş, doksanlı yıllardan itibaren de yasal zeminde faaliyet yürütmeye ağırlık vermişlerdir. Kuzey Kürdistan’da ise, Kürt Özgürlük Hareketi ağır cunta koşullarında tarihinin en büyük örgütünü çıkarmış ve Kürt halkının en küçük birimlerine kadar işleyerek büyük bir toplumsallık kazanmıştır. Hareketin toplumsallaşması ve gücü Türkiyeli sosyalistler açısından da büyük bir deneyimi ortaya çıkarmıştır.

Kürt Özgürlük Hareketi ile, Türkiyeli sosyalistlerin ilişkisi ise bir blok şeklinde olmamış, sosyalistlerce farklı tutumlar sergilenmiştir. Bazı sosyalist yapılarla,Yasa dışı zeminde 1980’li yılların başlarında Faşizme Karşı Birleşik Cephe pratiği yaşanmıştır.  Yasal zeminde kurulan, Kürt halkının özgürlüğünü birincil gündem olarak alan siyasi partilerle  sosyalistler seçimlere çok defa blok halinde girmişler ve stratejik ortaklık zeminini inşa etmeye gayret göstermişlerdir.

Sosyalist hareketlerde başka bir kanadı teşkil eden bazı siyasetler; resmi ideolojinin/Kemalizmin etkisinden kurtulamamış, Kürt halkının özgürlüğü meselesinde neredeyse egemenlerin söylemine yakın bir dil kurmuşlardır. Kürt halkının tüm taleplerini “Devrimden sonraya” erteleyen, kimi zaman yok sayan bu görüş, Kürt halkı tarafından kabul görmemekle birlikte pratik olarak ta Kürt sorununa herhangi bir çözüm sunmamaktadır. Diğer bir kanat ise, Mevcut iktidarlardan medet ummuş, kimi zaman iktidarın yolunu açacak girişimlerde bulunmuştur. Hasılı; birisi çözüm olarak; AKP’nin yeni kurduğu statüko alanını işaret ederken, diğeri AKP öncesindeki statüko alanını işaret etmektedir.

Kürt Özgürlük Hareketine yakın kimi çevrelerce, Türkiyeli sosyalistler bir blok olarak değerlendirilmekte ve stratejik ortaklık ilişkisi geliştirilen sosyalistlerin hakkı teslim edilmemektedir. Kürt Özgürlük Hareketi ile dayanışma ilişkisi kuran bu sosyalist kanadın gücünün az olması, küçümsenmesini veya diğerleriyle eşitlenmesini gerektirmemektedir. Batı yakasındaki bu duruş kıymetlidir. Bu doğrultu da, Kürt özgürlük hareketi ile dayanışma ilişkisi kuran sosyalistler operasyonlara uğramış ve tutuklanmıştır. Meseleye kamuoyunun dikkatini çekmek için ise “Sıra Kimde İnisiyatifini” kurmuşlar ve ilk sokağa çıktıklarında KCK davasından alınan Kürt Devrimcilerle dayanışma göstermeyi bilmişlerdir.

Yakın zamanda; seçimlerde oluşan Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku deneyimi, Halkların Demokratik Kongresi bu ortaklaşma zeminini hem siyasetler düzeyinde hem de bireyler düzeyinde ortaya koymaktadır.

Yukarıda sayılan sosyalistler arasındaki üç kanat dışında, bir grup daha politika sahnesine çıkmaktadır; sivil inisiyatifler/platformlar. AKP iktidarı, kendi gücünü tesis ederken, kendisine muhalif olarak gördüğü tüm çevrelere karşı, tutuklamayı önemli bir politik araç olarak kullanmış ve yarattığı baskı rejimi toplumun en küçük birimlerine kadar her yerde hissedilmiştir. Toplumsal yaşamdaki değişikliklere, tutuklama dalgaları da eklenince, politik özneler dışındaki yurttaşlar da politika sahnesine giriş yapmıştır. Eski ve yeni statükonun gediklileri olan; Kürtler, Sosyalistler dışında, ulusalcılar da bu tutuklanma dalgası ile karşı karşıya kalmış ve geçmiş reflekslerle önceleri herkes kendi cenahındaki tutuklulara sahip çıkmak için bir araya gelmiştir.

Tutuklama dalgasının son zamanlarında ise herkesin eski ezberi bozulmuş, AKP’nin revize ettiği rejimin yeni hali karşısında; ulusalcının, Kürdün, Sosyalistin aynı satıh üzerinde olduğu anlaşılmış olup mücadele pratikleri ortaklaştırılmaya çalışılmıştır. Buradaki tüm siyasetler/bireyler birbirlerinden öğrenerek/değişerek, yeni ve ortak bir mücadele hattını örmeye, daha önce görmezden geldiği diğer öznelere hem mahcubiyetle hem de ödediği bedele saygıyla yaklaşmıştır. Yaşanılan ortak acı bu çevreleri/bireyleri yakınlaştırmaktadır.

Bahsedilen yakınlaşmayı/ortaklaşmayı eylerken, eski refleksler tezahür etse de sağduyu ağır basmaktadır. Yürütülen mücadelenin kendisi ve yaratacağı sonuç herkesçe daha fazla önemsenmektedir.

Bağımsız bireyler tarafından oluşturulan ve sadece arkadaşlarına sahip çıkma refleksiyle başlayan kampanyalar bir süre sonra daha genel meselelere eğinilmesi düşünülen zeminlere dönüşmektedir. Boğaziçi Üniversitesi’nde, Galatasaray Üniversitesi’nde, ODTÜ’de ortaya çıkanlar böyle deneyimlerdir. Dicle Üniversitesi’nde ve Kürt coğrafyasındaki diğer üniversitelerde böyle deneyimlerin ortaya çıkmaması veya medyanın bunu görmemesi, adı geçen diğer üniversitelerde kampanya yürütenlerin kabahati olmadığı gibi, onların yürüttüğü kapmayalar da kimi zaman olumsuz yönde çarpıtılmaktadır.

Bu inisiyatifleri/platformları oluşturan insanların sosyal medyayı kullanmaları, uluslararası imza kampanyaları örgütlemeleri olumsuz olarak değerlendirilmemeli, kazanım olarak değerlendirilmelidir. Bunların hepsi meseleyi daha görünür kılmaktadır ve tepkinin hangi şekilde olursa olsun ortaya çıkışı, değişimi de beraberinde getirmektedir, daha önce Kürdün acısını görmeyen, acıyı görmektedir, başkaca politik bir kimliğe bürünmektedir.

Hayatta her şeyin bir karşılığı ve bedeli var, daha fazla bedel ödeyenin/acı çekenin buna çekinerek de olsa yaklaşmaya/anlamaya çalışanı ötelemekten, onun küçümsemekten ziyade, daha yakına çağırması/anlatması gerekir. Taziye evine gelen, kapıdan geri çevrilmez! Aksi her durum, verilen onca emeğin/ortaklaşma çabasının heba edilmesidir ki, bunu yapmaya hiçbirimizin hakkı yok. Acıyı yarıştırmak, birini ötekinden aşağı tutmak, bedel ödemeyeni uzak görmek,  en azından mütevazı bir tavır değil. Bedeli kimin ne zaman ödeyeceği, sıranın kime ne zaman geleceğini hiç birimiz bilemeyiz! Geç kalınmış olabilir bir şeylere, ama her şeye yetişilir!

Bir de davulun sesinin İstanbul’dan duyulması var. İstanbul, bu coğrafyanın en büyük kenti, dünyadaki en büyük Kürt şehri 3,5 milyon Kürdün yaşadığı bir şehir ve İstanbul'da blok vekilleri 350.000 oy aldı. Hâsılı, İstanbul kavgamızın şehri; davulun sesinin buradaki yankısı büyük olur. Umarım Diyarbakır’da çalan davulun sesi her daim İstanbul’da çınlar…

Ha bu arada, Sartre’nin dediği gibi; “Liberal iğrenç bir sözcüktür” ekleme yapabiliriz, ulusalcılıkta iğrenç bir sözcüktür. 




Ahmet Saymadi / 06 Ocak Cuma 2012





1 Ocak 2012 Pazar

KÜRT COĞRAFYASINA ÖZERK POLİTİKA!

KÜRT COĞRAFYASINA ÖZERK POLİTİKA!





Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarının son üç yıllık döneminde Kürt coğrafyasında dört büyük felaket yaşandı. Bu felaketlerden biri doğal sebeplerle ortaya çıkarken diğerleri devlet eliyle gerçekleşti. Kronolojik olarak sıralayacak olursak; 4 Mayıs 2009 Bilge Köy (Zangirt) katliamı, 23 Ekim 2011 Van depremi, 22 Ekim 2011 Kazan Vadisi’nde kimyasal silah kullanımı, 28 Aralık 2011 Ortasu (Roboski) katliamı. Yaşanan bu felaketlerin dördünde de can kaybı çok yüksek.
4 Mayıs 2009’da Mardin’in Bilge (Zangirt) köyünde Bir grup korucunun bastığı bir nişanda, nişana katılanlar bir eve kapatılarak kalaşnikof tüfeklerle taranmış ve 47 kişi yaşamını yitirmişti. Bilge Köy; Şeyhan jandarma karakoluna 8 dakika mesafede olmasına ve katliamdan yaralı kurtulanların karakola haber vermesine rağmen, jandarma köye 2 saat sonra intikal etmişti. Köyde koruculuk yapan bir aile, rant kavgası sebebiyle diğer aileleri devlet gözetiminde ve devletin verdiği silahlarla katletmişti. AKP hükümeti, olay yerine Bakanlardan oluşan bir heyeti intikal ettirdi! AKP, olayı sadece “töre cinayeti ve ilkellik” olarak değerlendirdi ve olayla ilgili failler dışında kimse hakkında yasal işlem başlatılmadı.
23 Ekim 2011 Pazar günü Van’da gerçekleşen 7,0 büyüklüğündeki depremde resmi rakamlara göre 600’ün üzerinde insan yaşamını yitirdi. Yine AKP’li Bakanlar olay yerine intikal ettiler. Yaşanan skandal yerinde tespit edildi ve skandalın devam etmesine karar verildi. Depremzedelere yardım malzemeleri ulaştırılmadı, çadır sıkıntısı günlerce devam etti, yazlık çadırlarda insanlar soğuktan ve yangından yaşamını yitirdi, duruma tepki gösteren insanlara çok sert müdahalelerde bulunuldu. Devlet, yakınlarını kaybedenlerin acısını teselli edeceğine depremden kurtulanları, kurtulduklarına pişman etti. Devletin, sadece düştüğü aczi örtbas etmeye çalıştığı Van,  şu anda terk edilmiş bir şehir gibi.
22-24 Ekim tarihleri arasında Hakkâri ili sınırları içerisinde kalan Kazan Vadisi’nde, yapılan askeri operasyonlarda Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler sonucu çıkarılan 5564 Sayılı Kimyasal Silahların Geliştirilmesi, Üretimi, Stoklanması ve Kullanımının Yasaklanması Hakkında Kanun’un hükümleri ihlal edilerek, Kimyasal silah kullanıldı. Kimyasal silahlarla 36 PKK’li yaşamını yitirdi. Devlet bununla da yetinmedi; yaşamını yitiren PKK’lilerin cenazeleri otopsi için getirildikleri Malatya Adli Tıp Merkezi’nden İstanbul’a gönderildi ve ailelerine teslim edilmedi. Bu kez olay yerine AKP’li Bakanlar intikal etmedi!
28 Aralık Çarşamba gecesi, Şırnak ilinin Uludere ilçesine bağlı Ortasu (Roboski) köyünde, kaçakçılık yaparak geçinmek zorunda kalan 35 köylü, insansız hava araçları tarafından bombalanarak katledildi. Katliamın kendisi bir felaketti ama AKP hükümeti ve medyanın tavrı olayı daha da dayanılmaz bir hale dönüştürdü. Devlet olayı 10 saat sonra kabul etti. AKP’li bakanlar olay yerine ancak cenazelerin defnedilmesinden sonra intikal edebildi! Uludere’de her şey bir yana; battaniyelere sarılmış, katır sırtında, römorkta taşınan cenazeler hiç aklımızdan çıkmayacak.
Dört olayında sadece genel hatlarından bahsedilse de, her olay ayrı ayrı incelendiğinde durumun ne kadar vahim bir tablo sergilediği daha açık görülüyor. Devlet şiddetinin hoyratlığı, pervazsızlığı, kamu görevlilerinin ve AKP hükümetinin özensizliği dört olayın ortak noktası. AKP, Kürt coğrafyasında, Türkiye’nin diğer bölgelerinden ayrı olarak “özerk” bir politika izliyor. Bu dört felakete, sokak ortası infazları ve binlerce insanın KCK davası ile tutuklanması eklenince olay bambaşka bir boyut kazanıyor. AKP, devletin işlediği suçlarda, doğal afetlerde, toplumsal olaylarda, hukuksuzluklarda; olayın mağdurlarını, PKK’yle eşitlemeye, sosyal boyutundan soyutlamaya ve Kürt coğrafyası dışındaki bölgelerde “Müstahaktılar” algısı yaratmaya çalışarak toplumsal tepkiyi de minimuma indirmeyi amaçlıyor. Hâsılı; AKP’nin bölgede yaşananlar için izlediği politika, resmi politikası.
Bunda bir nebze de olsa başarılı olduğunu söylemek mümkün, 35 mahsum köylünün göz göre göre katledilmesi karşısında verilen toplumsal tepkinin, Örgütlü Emek/Demokrasi Güçleri ve Kürt Özgürlük Hareketi dışında yok denecek kadar az olması bunun ispatı.
Batı yakasında pek karşılığı olmasa da, yaşanan bu felaketler Kürt halkı açısından büyük bir kırılma yaratıyor. Yaşamını yitiren köylülerden birinin yakınının, cenazede intihara kalkışması, ailelerin devlet görevlilerine tepkisi, sokak çatışmalarının günlerce devam etmesi, kepenklerin günlerce açılmaması, halkın devlet görevlileri dışında yandaş medyaya da tepki göstermesi bu durumu ortaya koyuyor.
Bunun böyle gitmeyeceği, yerel ve genel seçimlerden, anayasa referandumdan bölgede yenilgiyle çıkan AKP’nin, katledilen Kürt çocuklarının yarattığı fay hattı üzerinde kırılacağı apaçık! Son söz Ece Ayhan’ın; “Koparılmış Kürt çiçekleri / Bir cenaze töreninde daha ölümü karşılamaya götürüleceğiz. / Efendiler! Eşekler susabilirler. / Ne yani çocuklar hiç gülmeyecekler mi?”




Ahmet Saymadi / 01 Ocak Pazar 2012



ACIYI RESMİ TARİHE GÖMMEK NE MÜMKÜN!

ACIYI RESMİ TARİHE GÖMMEK NE MÜMKÜN!

Geçtiğimiz hafta Fransız parlamentosunda kabul edilen "Ermeni Soykırımını İnkar Edenlere Ceza Verilmesini Öngören Yasa"yı, Türkiye kamuoyu, Ermeni Soykırımı'nın kabul edilişi gibi algılasa da durum öyle değildi. Ermeni soykırımını 2001 yılında tanıyan Fransız parlamentosu, 22 Aralık 2011 tarihinde ise Fransa'da kabul edilen soykırımların reddi halinde, reddedenlere ceza verilmesine ilişkin yasayı kabul etti.
Soykırımı kabul eden tek ülke Fransa değil. Ermeni soykırımından kurtulmayı başaranlar ve Türkiye'den sonraları göç eden/ettirilen Ermenilerin yoğunlukla yaşadığı ülkeler olan Kanada, Almanya ve İsviçre de Ermeni soykırımını tanıyan ülkeler arasında.
Bu ülkelerin soykırımı tanımalarında kendi ülkelerinde yaşayan Ermenilerin payı nedir? Soykırımın kabulü siyasi malzeme yapılmış mıdır? Yasa oylamalarına kaç parlamenter katılmıştır? O ülkeler,  nerelerde katliam yapmıştır? Bu soruların hiçbir anlamı yok. Bütün bunlar bizi, Ermeni halkı ile ve onlara yaşattıklarımızla yüzleşmekten uzaklaştıran tartışmalar.
Tarihi birbirinden kanlı, acı olaylarla dolu olan Türkiye Cumhuriyetinin, en karanlık noktalarından biri Ermeni soykırımı. Fransız parlamentosunun yasayı kabulü ile soykırım, televizyon programlarıyla, gazete haberleriyle, soykırıma dair fotoğraf albümleriyle gündemimizde önemli bir yer teşkil etmeye başladı. Bu konuda yayınlanan açık oturumlar kendi içinde bazı sorunlar barındırıyor.
Açık oturumlara farklı görüşlerden insanlar ve Ermeni halkından temsilciler davet ediliyor. Program katılımcıları genel itibariyle soykırımın yapılmadığını, aslında Türklere soykırım yapıldığını, atalarına hakaret edildiğini ve Fransa'ya yaptırım uygulanmasını savunuyor.
Atalarının yaptığı katliamlardan utananlar utanç duyuyorlarsa şayet özür dileyerek ve tarihle yüzleşerek bundan kurtulabilirler. Atalarının onuruna düşkün olanlara, pek düşkün oldukları atalarının bu onurunu biraz da Ağırnaslı Ermeni Armen'e yani Mimar Sinan'a borçlu olduklarını hatırlatmak gerek...
Programa katılan Ermeniler'de soykırıma uğradıklarını, yaşadıkları acının tarif edilemez olduğunu, soykırımın yanı sıra yaşananların insanlık dışı olduğunu, kadınlara tecavüz edildiğini, insanların işkenceye uğradığını, mal varlıklarının yasal/yasadışı yollarla gasp edildiğini anlatmak zorunda kalıyor.
Çok söze gerek yok aslında, 1915'te yaşananlara dair resmi belgeler ve yaşayanların yazdıkları hatıratlar meseleyi tam anlamıyla ortaya koyuyor.
Yaşanılan acının kendisini taşımak bile çok zorken, Ermenilerden bunu hatırlamaları isteniyor. Hatta hatırlamalarından ziyade, acılarını resmi tarihin içine gömüp unutmaları isteniyor. Ermenilere yaşadıklarını unutmaları, üzülmemeleri, tarihlerini yok saymaları öğütleniyor.
Türkiye dışında yaşayan Ermeniler ile aralarına mesafe koymaları, göç eden akrabalarına, hemşerilerine, komşularına düşman gözüyle bakmaları talep ediliyor. Anlayacağınız kadim hastalık devam ediyor: Ermeni'ye nasıl Ermeni olacağını öğretmeye devam...
Acısını, başına gelen felaketi anlatmak zorunda kalan ve Türkiye'de yaşadığı için hep dengeli konuşmak zorunda kalan Ermeniler, yaşadıklarının verdiği metanet, olgunluk ve sabırla söylenen her şeyi büyük bir olgunlukla karşılıyorlar ve meramlarını anlatmaya çalışıyorlar.
Bir halka acılarını sürekli hatırlatarak, sürekli bir travma içinde yaşamalarına sebep oluyoruz. Acıyı hatırlamalarını isterken bir yandan da, unutmalarını hiç bir şey olmamış gibi yaşamlarına devam etmelerini istiyoruz.
Onlardan bir imkânsızı başarmalarını istiyoruz. Bu imkânsızlığı Hrant Dink davasının görüldüğü adliye koridorlarında, Ermeni olduğu için taksici tarafından dövülen kadında, işyerinde gerçek adını söyleyemeyip Türkçe isim kullanan Ermenilerin yaşamlarında bulabilirsiniz.
Siz bu satırları okurken, bu topraklarda katledilen bir Ermeni'nin beş yıldır süren davasının 23. Duruşması görülüyor olacak, acılarını onlara bir kez daha hatırlatacağız, hoyratça! Acıya ortak olmakla, acıyı yaşamak arasında büyük bir açı farkı var.



Ahmet Saymadi / 26 Aralık 2011 Pazartesi

DOSTLAR EVDE YOKLAR

DOSTLAR EVDE YOKLAR

Bir salı sabahıydı, aylardan Eylül'dü, günlerden 21, sene geçen sene. Telefon çaldı, arayan Emrah'tı; "Abi, Tuncay'ın (Yılmaz) evini basmışlar!" diyordu. Hemen toparlanıp çıktım, vardığımda Tuncay'ı çoktan götürmüşlerdi. Evde arama devam ediyordu. Gülfer (Akkaya), canı çok sıkkın bir şekilde baskını anlatmaya başlamıştı bile.
Arama bitince evi toparlamadan, Vatan'a gittik. Emniyet sorgusu, savcılık sorgusu, nöbetçi mahkeme derken, gözaltına alınan arkadaşlar tutuklanmıştı. 15 aydır tutuklular, yatıyorlar Tekirdağ mahpusunda ve hala Devrimci Karargâh davası sanığı olmakla suçlanıyorlar, şimdiye kadar sadece iki kez hâkim karşısına çıktılar. Salı günleri görüş günü, 15 yıllık sevgilisi Gülfer ve birkaç arkadaş yola düşüyoruz görüşe gitmek üzere. Gülfer de devletin gözünde arkadaş, nikâh yok ya ondan...
Toplam bir saatimiz var, ne anlatabilirsek, ne paylaşabilirsek sığdırıyoruz bir saate. Dönüşümlü üç günlük açlık grevinden yeni çıkmışlar, mideler bozuk ama moraller iyi, içimizde ne varsa alıp, verip çıkıyoruz.
Onların hasretle beklediği bu bir haftalık nöbet sona eriyor, gardiyanın "Süre doldu" cümlesiyle...
Başka bir tutsak yakını dayanışmayla bizi İstanbul'a doğru yola çıkarıyor.  Onlar, metrekaresi belirlenmiş dar koğuşlarına, biz ise sınırları uçsuz bucaksız koğuşumuza geri dönüyoruz, kim özgür, kim tutsak onu bile bilmeden... Bizim görüşe girdiğimiz saatlerde, iki yıldan fazla süredir tutuklu bulunan öğrencilerden Ali Deniz Kılıç ve Baran Nayır, hâkim karşısına çıkmayı bekliyor, aklımızın bir yeri Beşiktaş Adliyesi'nde. Bir umut, tahliye edilirler mi?
Kulağımıza babalarının "Bizim oğlana 20 yıl okul okutamadık, iki yılda içerde dünyaları okudu" lafı çalınıyor, yarım akıllı bir halde seviniyoruz. Sevincimiz kursağımızda kalıyor ama: "Tutukluluklarının devamına, duruşmanın 3 Nisan'da görülmesine", mahkemenin düşünme payı, hayatımızdan çalınan 105 güne tekabül ediyor...
Bir gözümüz de, Çağlayan Adliyesi'nde, Kocaeli Üniversitesi öğrencisi 15 öğrencinin davasında. İstanbul'a varıyoruz, dava hala başlamamış, saat 10.30'da başlaması gereken duruşma saat 15.30'da başlıyor, arkadaşlar izlemekteler, arada haber alıyoruz. Dava saatlerce sürüyor...
Ben, bu satırları Çağlayan'da beklerken, Deniz'in ve Benan'ın 15. Saatinde yazıyorum... Mahkemenin önü kalabalık, umudumuz gibi...
Dönüş yolunda bir kara haber daha alıyoruz, Kürt Özgürlük Hareketi'ne yakın olan basın emekçilerine ve Sosyalist basın emekçilerine sabahın erken saatlerinde bir kış operasyonu yapılmış. Hemen isimlere bakıyoruz tanıdık var mı? Olmaz mı hiç? Evrim, Zeynep, Çağdaş, Arzu, Güneş, Yüksel... Yüreğin, aklın bir yanı hemen onlara akıyor.
Hükümlü de olsa, tutuklu da olsa, gözaltında da olsa onlar bizim arkadaşımız, sırdaşımız, yoldaşımız. Biz, onlarla cezaevinde birlikte yatmasını da biliriz, cezaevi kapısında da, mahkeme kapısında da, dayanışma göstermesini de biliriz. Basın emekçilerinin olmadığı yerde, onların yerine gazete satmasını da, haber yapmasını da biliriz. Yokluklarını hissettirmeyeceğiz ve onları oradan alana kadar haberleri biz yapacağız, gözleri arkalarında kalmasın... Bayrağı yükseltmek gerek, yukarı...
Onları alanlara da bir sormak gerek! Öğrenemediniz mi? Mücadele etmek ve direnmek bizim için yaşamın öbür adı. "Vazgeçin" demenizin bizim bir manası yok. Biz sizin dayattığınız yaşama razı olmadığımız için, kardeşçe ve özgür bir yaşam istediğimiz için, yoksulun ezilenin yanında olduğumuz için sizinle aynı safta değiliz. Bedeli ne olursa olsun... Bedeli ölçmek sizden, ödemesi bizden! Unutmayın ama karşılığı ağır olacak...
Uzaklardan bir dost selam veriyor hepimize, Metin Altıok: "Durmadan avuçlarım terliyor / İnildiyor ardımdan / Girdiğim çıktığım kapılar. / Trenim gecikmeli, yüreğim bungun / Bir bir uzaklaşıyor sevdiğim insanlar. Ne zaman bir dosta gitsem, Evde yoklar.
Biz ise selamlaşıyoruz bir daha. Zeynep'in, Evrim'in ve Çağdaş'ın sallanan başparmaklarının üç boğumunda...
Her şey yeniden başlıyor...
Ahmet Saymadi / 21 Aralık 2011 Çarşamba