9 Aralık 2010 Perşembe

BEN EN ÇOK, HERKESİ SEVDİM.

BEN EN ÇOK,  HERKESİ SEVDİM.

Bir İki doğum günü telefonu ve mesajı alınca elimdeki kitabı bıraktım ve kendimle ilgili düşünmeye koyuldum biraz. Gecenin bu saatinde okunacak bir şey de değildi zaten. Serbest atış, düzensiz bir şeyler yazmak istedim birden.

Şimdi aklıma geldi, hayatımın her yerinde zamansız şeyler yapmışım; erken âşık olmak, geç ayrılmak,  yetişememek, tez varmak gibi… Ama kendimi bildim bileli hep bir koşuşturmaca içinde oldum, hiç duraladığımı bilmem, tabi böyle olunca bir zamansızlık mefhumu da ortaya çıkıyor. Bu dünyaya bir sıfır yenik başlayan her yoksulun hayatı böyle değil mi biraz? Hep bir eksikliği giderme çabası, yetişme çabası diğerlerine, kendini ispat çabası, aslında yenik değilime inanma gayreti… Bi hırs, pis bi inat. Bu yenikliğin öyle pek kolay telafi edilemeyeceğini anlayınca, kadercilik, hayat kötü naraları,  hep hatayı başka şeylerde arama teraneleri… Artık kedilerle aram daha iyi.

O büyük gün gelince her şeyin değişmesi, Zweig’ın dediği;‘yıldızın parladığı anlar’ hepimiz için farklı olsa gerek. Benim hayatım bir Devrimci ile tanıştığımda değişti, sabahlara kadar garsonluk yaptığımız o kulüpte, gömleğinin içinden ‘Sosyalizmin alfabesi’ kitabını çıkardı ve gizlice bana verdi. O kadar zaman olmuş, hala adını unutmam Soydan’ın. Soyadını ‘Devrim’ diye yazmıştım, kitabın ilk sayfasına. Sonra sabahları çıkışta arada okuduğum parçaları bana anlattı, durdu. O günlerden sonra, önceleri daha sebepsizce kendime solcu dememi, daha bir anlamlandırdım sanırım. Tabi tevazudan henüz nasiplenmemiş ben, hafifte olsa böbürlenmeye başlamıştım. Bi fasiküllük birikim, bi fasiküllük devrimcilik.  Sonra aşk; hayata iki kişilik bir pencereden bakmayı öğrenmek… Bir başkasının hayatına dair hassasiyetleri bilmek, tanımak, anlamaya çalışmak ve hep duvara toslamak. Kadının akıllısı ile karşılaşmak, duvara toslamak gibi bir şey bizim gibi, kendini modern sanan taş kafalılar için. Erkeğin aynası kadın. Bir belgesel film festivali afişi geldi aklıma: en güzel kuş bu aynada akbaba gibi görünüyordu. Sosyalizm; bütün insanlığın eşitliği ve özgürlüğü için bir şey yapma niyetine ve gayretine sahip olmak ise eğer; Sevgi’de; bunun tek porsiyonluk formu olsa gerek. İnsanın ötekileşmek yerine kendileşmesi, derinleşmesi…

Şimdilerde; Eskiden okuduğum Marksizimin klasiklerini tekrar okumaya başladım, okumadığım eksikleri de tamamlayacağım. Uzun zamandır yakın dostum olan, Tuncay’ı düşünüyorum, o şimdi mahpus. Ne zaman görüşürüz bilmiyorum. Ben daha hiç hapis yatmadım, hiç kimseyi satmak zorunda kalmadım. Hiç işkence görmedim. Devletin acı ve sert yüzüyle pek karşılaşmadım, (eylemlerde yediğimiz sopalar hariç) ama karşılaşmak zorunda kalacağım günlere hazırlanıyorum. O gün gelecekse, iyi günlere gebedir, ‘motorları maviliklere süreceğimizin’ habercisidir. Ya da yanacağımızın; çıra gibi.

Yazmayı çok seviyorum, artık daha çok fırsat buluyorum, yazmanın güzel bir şey olduğunu ilk amcam söylemişti bana. Yine bir biyografi yazıyordum, okul ödeviydi. ‘Afferim’ dediydi, eli saçlarımda. Sonra ‘Yazmak insanı düşünmeye zorluyor’ cümlesi ile Althusser çıka geldi… Kenarda yarım bıraktığım kitapları bitiriyorum yavaş yavaş. Turgut Uyar, Cemal Süreya ve Edip Cansever’i hiç bitirmeyeceğim.

Çok insan tanıyorum, Deniz’in deyimiyle ‘Sosyal canavarlarız’ Artık dünyanın her kıtasında arkadaşım var, o kadar dağıldı yani. Çok uzakta, bir yeğenim var, insanın kardeşinin çocuğu olması çok ilginç. Onları hala çocuk görürken, kucaklarında bir çocukla gelmeleri. En çok kız kardeşim için kızgınım kendime, yıllarca sevgilisi olmasına itiraz ettim, evlenince hiçbir şey demedim. Kahrolsun toplumun bize dayattığı, bizimde mal gibi uyduğumuz ahlak…  Yaşasın kadınların onurlu direnişi!

Bu aralar yine takığım bir şeylere, ‘Yaşlılar Dersim türküleri söylüyor’ kasetinde (hala kaset) bir yaşlı kadın var, bir kına gecesi manisinden sonra ‘Tamam, sağol, Varol, Teşekkur ederim’ diyor, Dersim şivesi ile. Ben Türkçeyi bilmeyen, ya da şiveli konuşan yaşlı insanların (canım annem dâhil) İstanbul Türkçesi ile konuşma gayretlerine hayranım. Onlardaki karşılarındakini anlamaya çalışma ve saygı duyma anlayışının, onlara bunu yapmaya zorlayanlarda da olmasını ne çok isterdim. Tabi bu saygının yıllarca korkuyla büyütüldüğünü ve terbiye edildiğini unutmamak lazım.  (Word’de‘Türkçe’ kelimesini küçük harfle yazınca, otomatik olarak ilk (t) büyük (T) oluyor, vatandaş Türkçe yaz, çok yaz.)

32 yılı geride bırakmışım, bence çok dolu dolu geçti, ölsem gam yemem, ölmeye de niyetim yok ya neyse... Çok güzel insanlarla tanıştım, beraber aynı sofrayı paylaştık, aynı yolda yürüdük, beraber düştük, ayrı ayrı kalktık… Lakin daha yapacak çok iş var; bir yerlerde basılmamış karlar var, yerlere düşmemiş yapraklar var, şeker yiyemeyen çocuklar var, kendi dilini konuşamayan insanlar var, bu işlere adanacak bir ömür var, yeniden âşık olmak var, içilecek bir miktar daha rakı var, mezarına kır çiçeği dikilecek yoldaşlar var, var da var…

Bugün Saphirre diye bir binanın işçilerinin eyleminde çok yaratıcı bir afiş gördüm çok sevdim, çok güzeldi: ‘Bu gökdelen ödenmeyen işçi ücretleriyle yükseliyor’ İnsanın zekasına ve direnme gücüne hayranım.

Tüm dizilerdeki zengin ama mutsuz, fakir ama mutlu ve aynı zamanda onurlu tiplerden bıktım. Zengin olanlar mutsuz olmaya devam edebilirler. Hep beraber mutlu ve onurlu iken, zengin de olabiliriz. Bunun olması için zaten, şimdi ki zenginlerin bayağı mutsuz olması gerekecek. (burada bizim zengin olmamızdan kasıt, refah içinde yaşamaktan başka bir şey değil, zaten ötesinde gözümüz yok şükür.) Dizi demişken Cemile’yi pek seviyorum, bu zamanda öyle vefalı kadınlar pek yok, olsa da biz kıymetini bilmeyiz zaten…

Bir de Roman’lara çok imreniyorum, dünyanın en eğlenceli milleti, insan hem mücadele etmeyi bilmeli hem de arada yaşamayı, eğlenmeyi bilmeli. Mesela artık eylemlerde halay çekmek yerine Roman halkının milli dansı olan, dokuz sekizlik mi oynasak? Bu iyi bir başlangıç olabilir. Ama ne olur Erasmus’la gelen ecnebiler oynamasın, insanın kapı gıcırtısından nefret edesi geliyor. Yaş 32, yolun bir çeyreği geride kaldı. Umut dimdik ayakta.

Hâsılı, Kendi evrimimin takipçisiyim.

Ahmet / 29 Kasım 2010 / 01.00 suları

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder