19 Aralık 2011 Pazartesi

TUTUKLU ÖĞRENCİLERE ÖZGÜRLÜK

TUTUKLU ÖĞRENCİLERE ÖZGÜRLÜK

Bugün 19 Aralık! Yazıya başlamadan, 19 Aralık 2000 tarihinde cezaevlerinde "Hayata Dönüş" operasyonunda katledilen tüm devrimci tutsakları saygıyla yâd etmek istiyorum.
Türkiye, 2008 yılında başlayan Ergenekon, 2009 yılında başlayan KCK ve 2010 yılında başlayan Devrimci Karargâh davaları ile tutuklu yargılanma meselesi ile daha yakından tanıştı.Türkiye'deki 384 Cezaevinde 124 bini aşkın insan tutuklu yargılanıyor. Tutuklu yargılanan insanların 4443'ü terör suçları kapsamında değerlendiriliyor ve bu kapsamda değerlendirilen insanların çoğu;  düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğü hakkını kullandıkları için tutuklu bulunuyor. Sadece KCK davasından bile 3558 insan tutuklu.
Doksanlı yıllara dönme korkusu yaşayan Türkiye, tutuklu yargılanma konusunda doksanları aşmış durumda. Doksanlı yılların en şiddetli dönemi olarak bilinen 1991-1994 yılları arasındaki dört yıllık dönemde bile tutuklu sayısı 132.069'muş.Verilen istatistiklerde, tutuklu sayısının son yıllarda giderek arttığı gözleniyor. Hâsılı, "ileri demokrasi" ile tutuklu sayısı da ilerlemiş görünüyor! Sadece, geçtiğimiz Kasım ayında bile 757 kişi tutuklanmış. Durumun vahametini varın siz hesaplayın. İstatistikler ile ilgili ayrıntıları Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü'nün sitesinden edinmek mümkün.
Tutuklanan insanlar arasında bir kategori oldukça dikkat çekiyor: öğrenciler! Tutuklu öğrencilerin sayısı ile ilgili olarak net bir rakam bulunmasa da; Çağdaş Hukukçular Derneği'nin ve CHP milletvekili Hüseyin Aygün'ün raporuna göre tutuklu öğrenci sayısı 500 civarında. Her iki raporda da tam olarak sayı verilemese de, rakamların gerçeklik payı büyük. Tutuklanan birçok öğrencinin, devamsızlık sebebiyle, Yüksek Öğretim Kurulu disiplin yönetmeliğine göre kaydının silindiğini düşünürsek sayının görünenden çok daha fazla olduğunu söyleyebiliriz.
Birde "Doldur boşalt" mantığı ile işleyen tutuklama sürecinde üç öğrenci serbest kalırken beş öğrenci tutuklanıyor. Ankara'da Hopa davasında tahliyelerin yaşandığı saatlerde İstanbul Beşiktaş Adliyesi'nde; Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi Şeyma Özcan, İstanbul Üniversitesi öğrencisi Deniz Küçükbumin, Bilgi Üniversitesi öğrencisi Benay Can tutuklanmaktaydı. Cihan Kırmızıgül'ün bir duruşmasına girerken bir polis memuru; "Sizleri salona peyder pey alacağız" deyince, biz de; "Adalette perdey pey işliyor!" demiştik, yanılmışız!
Öğrencilere yönelik tutuklamalar özellikle sınav dönemlerinde ve kayıt yenileme dönemlerinde yapılıyor. Böylelikle öğrencilerin eğitim hayatlarının sekteye uğraması, sona ermesi planlanıyor. Kaydı silinmeyen öğrencilerin tutukluluk dönemlerinde sınavlara girmek istemesi halinde ise; cezaevi ile okul arasındaki ring aracının ulaşım gideri ve memur harcırahı gibi masrafları öğrencinin karşılaması bekleniyor, bu rakam her bir sınav için ortalama 1000 TL'yi buluyor. Öğrencilerin, sınava götürüldükleri yerde kalmaları gerekiyorsa, en yakındaki Cezaevinde adli suçlularla aynı yerde veya hücre de tutuluyorlar. Sınava girmek istemek, hücre cezası istemekle aynı şey!
Bir grup gönüllü insanın oluşturduğu Tutuklu Öğrencilerle Dayanışma İnisiyatifi, tutuklu öğrencilerin; eğitim haklarının gasp edilmesinin engellenmesi, yargılama süreçlerine destek olunması, mahkemelerde yalnız olmadıklarının gösterilmesi ve öğrencilerin tutukluluk hallerine kamuoyunun dikkatini çekmek için bir süredir çalışma yürütüyor.
Tutuklu Öğrencilerle Dayanışma İnisiyatifi, Ankara'da ODTÜ öğrencisi Hüseyin Edemir'in tutuklanmasından sonra "Hüseyin'e özgürlük" kampanyasını başlatanlardan ve Galatasaray Üniversitesi öğrencisi Cihan Kırmızıgül'ün tutuklanmasından sonra bir araya gelen insanlardan oluşuyor. ODTÜ öğrencisi Hüseyin Edemir, artık aramızda, okuluna döndü, onu aylarca sabırsızlıkla ve metanetle bekleyen Sevgi ile evlendi ve diğer arkadaşlarının özgür kalması için çalışıyor. Cihan ise hala uzaklarda...
Cihan Kırmızıgül ve Hüseyin Edemir için bir araya gelen insanlar kampanyanın sadece Cihan için yapılmasının doğru olmadığını tüm tutuklu öğrencileri kapsayacak bir kampanyaya dönüşmesini istediği için başkaca davalarla da ilgilenme kararı aldı.İnisiyatif çok kısa zaman önce oluşmasına rağmen Cihan Kırmızıgül'ün davası ile ilgili yaptığı çalışmalarla kamuoyu tarafından çokça görünür, bilinir oldu. Bu durum birçok insan Tutuklu Öğrencilerle Dayanışma İnisiyatifi'ne karşı beklenti içerisine girmesine de sebep oldu.
Bunlardan birisi de, geçtiğimiz Cuma günü Bianet'te yayınlanan bir yazısında konuya değinen Füsun Erdoğan'dı. 2006 yılında alındığı Gaye operasyonu ile tutuklanan Özgür Radyo Genel yayın koordinatörü Füsun Erdoğan'ın ilgisine, eleştirisine mazhar olmak sevindirici.
Füsun Erdoğan yazısında şöyle diyor: "Tutuklu Öğrencilerle Dayanışma İnisiyatifi öğrencilerin duruşmalarına katılıyor. Duruşma öncesinde birçok kitle örgütü, sendika, meslek odası, siyasi parti ve platformun katılımıyla adalet istiyorlar. Fakat bugüne kadar Kocaeli'nde tutuklanan 15 Kürt öğrencinin durumunu da, duruşmalarını da hatırlayan olmadı."
Tutuklu Öğrencilerle Dayanışma İnisiyatifi, az sayıda gönüllü insanın bir araya geldiği bir oluşum ve henüz çok yeni. Buna rağmen tutuklu öğrencilerin tamamına ilişkin bir şeyler söylemeye ve yapmaya çalışıyor. Basın açıklamalarında da böyle bir dil kurarken, anadilde savunma hakkının da arkasında duruyor. Ancak çok sayıda tutuklu öğrenci var! Sadece Kocaeli Üniversitesi'ndeki değil, birçok üniversitedeki tutuklu öğrencilerden yeni yeni haberdar oluyoruz ve iddianamelerine ulaşmaya çalışıyoruz.
İddianamelerin birçoğu aynı aslında, hepsinde yasal eylemlere katılmak ve daha başka demokratik hakları kullanmak suç olarak gösterilmiş. Fakat durum böyle olsa da, dava dosyalarını incelemek, kamuoyuna davalar ile ilgili doğru bilgi vermek çok önemli. Küçük bir topluluk olduğumuz için, her dosya ile ilgili kampanya örgütleyemiyoruz, temsili de olsa davalara katılmaya, izlemeye, bilgileri kamuoyuna aktarmaya çalışıyoruz. Bütün bu çabamıza rağmen yine de birçok dava bilgimiz dışında sürüyor.
Füsun Erdoğan'ın bahsettiği Kocaeli Üniversitesi öğrencisi arkadaşların dava dosyasına ulaşmaya çalışmıştık ancak davaya bakan avukatlarda geçen ay tutuklandı. Davaya bakmaya başlayan yeni avukatlara geç de olsa ulaşıldı ve dosya talep edildi. Avukatlar, Salı günü dosyayı bize verebileceklerini belirttiler.
Bu yazıyı yazmamın sebebi savunma yapmak değil; bir yanlış anlaşılmayı düzeltmek ve Füsun Erdoğan gibi değerli bir basın emekçisi tarafından yanlış anlaşılmak istenmemek.
20 Aralık Salı günü davayı izlemek ve dava dosyasını almak için Çağlayan Adliyesi'nde olacağız ve umarız, dava dosyasını incelememize gerek kalmaz...
Kandıra'ya kucak dolusu selam, sevgi... 

Ahmet Saymadi / 19 Aralık 2011 Pazartesi

14 Aralık 2011 Çarşamba

SITARBAKS'IN ZAPTURAPTI!


STARBAKS’IN ZAPTURAPTI
Boğaziçi Üniversitesi'nde açılmak üzere olan Starbucks, bir hafta kadar önce Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi bir grup tarafından işgal edildi. Starbucks artık zapt edilmiş olduğuna göre kendisine "Sıtarbaks" diyebiliriz! İşgal, Kelimesi genelde gücü olanın gücü olmayana baskı yoluyla tahakkümünü hatırlatmasına rağmen; Devrimciler açısından bir mücadele aracı olarak kullanılıyor ve "meydan okuma/kamulaştırma/halk yararına müsadere etme" gibi anlamlar yükleniyor. Bu sebeple, Boğaziçili öğrencilerin Sıtarbask'ı işgal edişini heyecanla karşılayanlardanım.
İşgalin üçüncü gününde ziyaretlerine gittim. Ora vardığımız sırada Hopa davasından yargılanan öğrencilere destek için video kaydediyorlardı. Zaten çok interaktif bir yer mütemadiyen video çekip internete yüklüyorlar. Hâsılı Sıtarbaks'ın güvenlik kameraları dışında tüm kameralar kayıtta. Öğrenciler sürekli bir tartışma/değerlendirme halindeler. Yiyecek ve içecek sorununu imece usulü çözmüşler. Yeme, içme işlerine mahalle esnafının da desteği tam. Öğrenciler aynı zamanda geceleri de Sıtarbaks'ta kalıyor.
Buradaki işgal daha önceleri tanık olduğumuz işgaller gibi değil, ortada bir güvenlik görevlisi, emniyet görevlisi, kuşatma ya da şiddet içeren bir durum yok. Ancak bu durumu rahatsız edici bir durum olarak algılamamak gerek. İşgal bizim anladığımız anlamda her zaman çok radikal bir eylem olmayabilir. Her dönem ve her çevre, kendi gerçekliği ve dinamiği üzerinden bir kavramı yeniden anlamlandırabilir. Esas olarak, işgal edilen yeri işlevsizleştirmek, işgal edilen yeri teşhir etmek, işgal üzerinden başka bir konuyu görünür kılmak, işgalin meseline dikkat çekmek gibi amaçları olabilir. Esas olan eylemin kendisi ve etkisidir.
İşgale katılan öğrenciler Türkiye sol hareketinde,  bazı hareketlerin tartışmaktan bile çekindiği veya imtina ettiği; Kürt halkının verdiği özgürlük mücadelesi, Ermeni soykırımı, cumhuriyetin kuruluş dinamikleri, mübadele, LGBTT bireylerin hakları, vicdani ret gibi konularla ilgili atölye çalışmaları yapıyorlar ve daha başka birçok meseleyi sürekli tartışıyorlar. İşgalde iradeyi belirleyen bir örgüt ya da örgütlerden oluşan bir komite yok. Lidersiz, doğrudan demokrasinin işlediği, kararların kolektif alındığı, iradesini "toplumsal iletişim alanından" (Negri-Hardt / Çokluk) alan bir hareket var.
Boğaziçi'nde işgale katılmayan, uzaktan bakan, eleştiren ve başarısızlığa uğramasını bekleyenler ya da "Ben böyle olacağını biliyordum, ben demiştim" diyenler vardır. Sıtarbaks eyleminin olumlu bir yere evirilmesi veya eleştirileri boşa çıkarması için işgalci öğrencilerin bazı meseleleri sorgulaması gerek. Bu sebeple işgalin olumlu bir sonuçla nihayetlenmesini isteyenlerden biri olarak ben de birkaç eleştiride bulunmayı gerekli buluyorum.
İşgali gerçekleştiren grup, üniversitedeki çeşitli öğrenci kulüplerinde çalışma yürüten öğrencilerden ve bağımsız öğrencilerden oluşuyor.  Öğrenci kulübü örgütlenmesi önceleri çeşitli sol örgütlerin örgütlenme araçlarından birisiydi. Ancak, öğrenci kulüpleri, zaman içerisinde örgütlerden bağımsız bir mecra olmaya başladılar. Bu kulüpler üniversitelerde alternatif kültür sanat çalışmaları yapmakla beraber, politik meselelerde de inisiyatif alıyorlar. Kulüplerde çalışma yürüten öğrenciler, örgütlere katılmayı pek tercih etmiyor. Siyasetle pratik ilişkileri genellikle öğrencilik yıllarıyla sınırlı kalıyor.  Kulüp üyeliğine esas olan öğrencilik statüsü sona erince mücadelenin dışında kalıyorlar ve giderek apolitikleşiyorlar. Buradan öğrencilerin kendilerini yeniden örgütleyeceği bir form çıkması elzem görünüyor. Bu en azından bir öğrenci meclisi olarak tezahür edebilir.
Politik eylemden, hobici aktivizme; Sıtarbaks işgali, eylemin saiklerinin meşruluğu, taleplerin haklılığı ile kapsama alanını arttırıyor ve geniş bir kesim tarafından eylemin sahiplenilmesini beraberinde getiriyor. İlginin ve genişlemenin eylemin süresi kadar olacağı, eylemin başarıyla/başarısızlıkla nihayete ermesinden sonra, oluşan yoğunluğun ortadan kalkması halinde, eylem sadece herkesin hasretle yâd edeceği bir anı olabilir. Örgütsel bir formdan uzak, şiddet içermeyen bu şenlikli muhalefet; "Mücadele etmek üzere kolay ve hafif yordamlar ararken politik içerikleri hiç önemsenmeyen 'sosyal faaliyete' indirgeyen bir hobici aktivizm tarzının ortaya çıkmasını doğal kılar" (Tanıl Bora/Sol, Sinizim ve Pragmatizm) önermesini haklı çıkarabilir. Normal hayatını çok fazla bozmak istemeyen, militanlıktan uzak orta sınıf muhalefetin, performans ile eylemi bir arada götürmeye çalıştığı bu politika üretme biçimi hüsranla sonuçlanabilir. İşgal eylemine karşı Sıtarbaks, çok taktik hamleler yapıyor. 


İlk gün pek olumsuz bir tavır takınan Sıtarbaks, sonrasında durumun öğrencilerle rektörlük arasında bir durum olduğunu ve alınacak karara uyacağını belirtti. Ardından ürünleri ücretsiz dağıtmaya başladı. Şimdi ise yine ücretli satışa geçti ve 07.00-22.00 olan çalışma saatlerini değiştirerek 24 saat hizmet vermeye başladı. Sıtarbaks, işgali kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalışırken ve rektörlük "Üniversiteye polis sokmayan" demokrat rolünü oynuyor ve öğrencilerin tutumunda bir değişiklik olmuyor. Sıtarbaks, yeni açmakta olduğu bir şubesinin üç ay kapalı kalmasını umursamayacak kadar büyük sermayesine, rektörlük ise yoğun eğitim programı ve sınavlar karşısında öğrencilerin işgalden yılgınlıkla çıkmasını bekliyor.
İşgalin sekizinci gününde tekrar ziyaret ettiğim işgalci öğrenciler, tartışmayı daha radikal bir zemine çekmeyi başarmıştı. Bir an önce Sıtarbasks'ın ve rektörlüğün karşı hamlelerini boşa çıkaracak bir yol arayışına, işgal eylemini olumlu sonuçlanacak bir noktaya ilerletmeye, üniversitede yeni bir örgütlenme formunu yaratmaya dair tartışmaları ilerletmişlerdi. Boğaziçi Üniversitesi'nin bu momentumu kaçırma lüksü olmadığının farkındalardı. Başarmaları halinde mücadelenin yaygınlaşma potansiyeli ve direnişin diğer üniversitelere aktarılabileceği bir deneyim olduğu konuşuluyordu.
Ulusalcılıktan ve AKP'nin hegemonya alanı altında siyaset üreten liberallerden uzak bir zemindeki işgalci öğrencilerin gerçekleştirdiği bu eylemin başarısı, öğrenci hareketine yeni bir ivme kazandıracak,  öğrenci hareketindeki dinamik/devrimci kolektif öznenin kendini yeniden kurmasının köşe taşlarından birisi olacak potansiyele sahip.
Memleketteki tüm olumsuz havaya rağmen özel mülkiyete ait bir alanı işlevsizleştirecek bir eylemi bize armağan eden işgalcileri bir yandan eleştirirken, diğer yandan; aceleci davranmadan, çok büyük sorumluluklar altında bırakmadan selamlamak, yolları açık olsun demeyi unutmamak gerek. Belki de alıştığımız örgütsel formlar ve pratikler, bu deneyimler sonucunda değişecek. Olanları yakından izlemek ve zorlu da olsa yeni tartışmalara açık olmak gerek; "Bilime giden düz bir yol bulunmuyor ve yalnızca onun dik patikalarını çıkmaktan çekinmeyenler, aydınlık doruklarına ulaşma şansına sahiptir" (Karl Marx /Kapital) 




Ahmet Saymadi / 15 Aralık 2011 Perşembe 




7 Aralık 2011 Çarşamba

SITARBAKS İŞGALİYLE İLGİLİ KÜÇÜK BİR NOT

SITARBAKS İŞGALİYLE İLGİLİ KÜÇÜK BİR NOT

Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri, okulun kantinlerinden birisinin kapatılması, kapatılan kantinin yerinin de rektörlük tarafından Starbucks’a kiralanması üzerine harekete geçip, starbucks’ı işgal etmiş. İşgalden kast etikleri ise; Starbucks’un, kantin gibi kullanılması. Su ısıtıcılarıyla çay-kahve yapıp bedava dağıtıyorlar, etüt salonu olarak kullanıyorlar, forumlar yapıyorlar, bazı derslerin orada işlenmesi sağlıyorlar ve öğrenci hakları konulu toplantıları da orada yapıyorlar. Aslında yaptıkları Starbucks’a ayrılan okul içindeki alanın, aslına uygun bir şekilde kullanılmasından başka bir şey değil. Öğrenciler işgal süresince zamanlarının çoğunu orada geçiriyorlar, geceyi de orada geçirmişler.

İşgal esnasında Taksim’de yapılan  “Tutuklu Öğrencilerle Dayanışma” eylemine katılamadıkları için eyleme destek mesajı yollamışlar ve işgal alanında bir video çekip, işgal ile ilgili haberleri yayınladıkları blog sayfasında da yayınlamışlar. En azından eylem saatinde panel yapmamışılar! Ne diyelim, işgal eden elleri dert görmesin!  İşgal ile ilgili tüm gelişmeleri ilgili sayfadan takip edebilirmişiz. (http://starbuckssenligi.blogspot.com/)

İşgalin ardından rektör yardımcısı öğrencilerle görüşmeye gelmiş, aralarından temsilci seçilmesi halinde rektörle görüşülebileceğini de belirtmiş. Ancak öğrenciler, temsili demokrasiye karşı olduklarını, rektörün görüşmek istiyorsa işgal alanına gelmesi gerektiğini söylemişler. Rektör yardımcısının dilekçe yazın önerisine "Dilekçeye ne gerek, bize işgal gerek" diye cevaplamışlar...

Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin eylemleri kayda değerdir; 1992’de Zoguldak’taki grizu patlamasında ölen madenciler için rektörlüğü işgal etmişlerdi. Özel harekât tarafından bastırılan işgalin ardından öğrencilerin okulla ilişiği kesilmiş ve yargılandıkları davada ceza almışlardı. Yine yanı başlarında, Küçük armutlu semtindeki, ölüm orucu yapılan evi düzenli ziyaret etmişler, kampüsle sokak arasındaki bağı sıkı tutmaya çalışmışlardı. Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu’nun seçim çalışmalarında büyük başarı sağlayan ve destek veren Boğaziçili öğrenciler; Van depreminin ardından da büyük bir yardım kampanyası yapmayı başarmıştı.

Devletin, öğrencileri özel olarak apolitikleştirmeye çalıştığı, holdinglere kapıları sonuna kadar açtığı, kariyer günleriyle öğrencileri pazarladığı bir üniversitede; ki bu üniversiteye ülkede çok iyi eğitim veren bazı kolejlerden gelen çok fazla zengin/apolitik öğrenci olduğunu da hesaba katarsak, öğrencilerin yaptığı işgal eyleminin önemi daha fazla anlaşılabilir.  Ayrıca bugünün Boğaziçili öğrencileri, geçmişteki devrimci gelenekle bağ kuracak önemli bir eylemin de taşıyıcısı olabilir.

Bu kantin işgaline çok büyük anlamlar yükleyip, eleştirmek ise çok anlamsız! Türkiye sol hareketine mensup öğrencilerin yemekhanelerdeki yemek zamları sebebiyle yaptıkları yemekhane boykotları da aynı minvalde değerlendirilebilecek eylemlerdir ve mücadeleye katkısı büyük olmuştur.  Bu eylem, Starbucks gibi şirketlerin üniversitelere girme planlarını da alt üst etmiş olabilir! Starbucks'a allah başka keder vermesin! Bununla birlikte,  bu tarz eylemlilikler/etkinlikler üniversitelerde çok başka bir dinamiğin ortaya çıkmasını sağlayabilir.  Ya da,  “tek bir kıvılcım, bir bozkırı tutuşturabilir” de diyebiliriz. 

Ben blogda görüp beğendiğim en güzel fotoğrafı da ekleyip aranızdan ayrılıyorum, fırsat bulursam, 1 kg çay ile 2 paket şeker alıp ziyarete/desteğe gideceğim işgalcileri... 


Ahmet Saymadi / 07 Aralık 2011 Çarşamba 

21 Kasım 2011 Pazartesi

AKP’DE, CHP’DE DERSİM’LE YÜZLEŞEMEZ!

AKP’DE, CHP’DE DERSİM’LE YÜZLEŞEMEZ!      

CHP Tunceli (Dersim) milletvekili Hüseyin Aygün’ün açıklamaları ile 1938 yılında Dersim’de yaşananlar bir kez daha gündeme geldi. Hüseyin Aygün’ün 10 Kasım tarihinde Zaman gazetesinde yayınlanan röportajda söylediklerini kısaca aktaracak olursak: "Bu dönem boyunca izlenen bütün politikalarda Atatürk devletin başındadır. Dersim katliamının sorumlusunun devlet ve o dönemin CHP iktidarıdır. Ancak CHP'de bu konuda kendi tarihiyle yüzleşme ve uygulanan politikaların toplumun önünde saydam bir şekilde tartışılması yönünde bir tavır alındığını Kılıçdaroğlu döneminde görüyoruz."

İyi düzeyde Zazaca da bilen Hüseyin Aygün’ün, dönemle ilgili bilgileri yeni öğrenmediğini, konuyla ilgili araştırmaları ve kitapları olduğunu biliyoruz. Aygün’ün 1938’de yaşananlarda CHP’nin rolünü bildiği halde neden CHP’den milletvekili adayı olduğunu anlamak zor tabi. Ayrıca 1938 ile ilgili, Onur Öymen’in sözleri hala kulaklarımızda… Aygün’ün, bugün CHP’de söylediklerini uzun yıllardır hem birçok aydın ve akademisyen hem de Barış ve Demokrasi Partisi dillendiriyordu. Hüseyin Aygün’ün, Dersim’le ilgili bu sözlerinin siyasi rant sağlamaktan başka bir amaç taşımadığını birkaç gün sonra yaptığı açıklama ile anladık: "Cumhuriyet'in kurucusuna yönelik duygularıma gelince, 100 yıl evvelden kazanımların çok önemli, çok devrimci bir lider.”



Hüseyin Aygün, kendisini CHP’ye çağıran ve CHP’de bir değişim yarattığına inandığı Kemal Kılıçdaroğlu tarafından eleştirildi. CHP’nin Merkez Yürütme Kurulu tarafından hakkında soruşturma başlatıldı ve savunma vermesi istendi. Aygün’e, CHP içerisindeki bir grup tarafından da tepki geldi.  CHP’den 12 milletvekilinin imzaladığı ve Samsun Milletvekili Haluk Koç’un okuduğu açıklama şöyle diyor: "Şehitlerimizin ve deprem kurbanlarının acıları daha aklımızda iken 10 Kasım günü, Atatürk'ün ölümünün 73. yılında ilginç bazı tartışmalara ve açıklamalara tanık olduk. Atatürk'ü ve Atatürkçülüğü 1920-1940 arasındaki dondurulmuş bir zaman dilimine hapsederek, o tarihteki dünya koşullarından soyutlayıp kimi kez hakarete vararak insafsızca eleştirenler kervanına CHP'den, içimizden birilerinin de katıldığını gördük.” Haluk Koç’a, Atatürkçülüğün 1920-1940 tarihleri dışındaki “marifetlerine” bakmasını tavsiye ederiz, tabii anlarsa!

CHP içerisindeki bu tartışmaya AKP ilgisiz kalmadı. Hemen CHP’nin iktidar olduğu yıllardaki katliamlardan, insan hakları ihlallerinden bahsetmeye başladılar. En önemli açıklama Bülent Arınç’tan geldi; "1930'lu yılların ortalarında Dersim diye bilinen, tarihte çok zor bir dönem var. O günleri yaşayanların ifadesiyle insanlar sığındıkları yerde bombalanmak suretiyle, Sabiha Gökçen'in de içinde bulunduğu uçaktan atılan bombalarla fareler gibi öldürüldüklerini ve toplu olarak katliam yaşandığını söylüyorlar. Aileleriyle sürüldüğünü, çocukların başkalarına evlatlık olarak verildiğini 'Dersim'in Kayıp Çocukları' isimli kitaplarda yazıldığını biliyoruz. Atatürk hayattadır ve İsmet Paşa Başbakandır ve Cumhuriyet Halk Partisi hükümetidir. Dersim gerçeği de bugün ortaya çıkarılmalı ve tarihimizle yüzleşmeliyiz. Bununla ilgili olarak Meclis'te bir araştırma komisyonu dahi kurulabilir. " Eyüp Can’ın Radikal’ide bir yazı dizisiyle meseleye el attı. Ardından Cumhurbaşkanı Abdullah Gül “meselenin tartışılabileceğini, ölçüleri kaçırmamak gerektiğini” belirtti. Ölçünün ne olduğu açıktır: “tek millet, tek devlet, tek dil.”

1938’de Dersim’de yaşananlar, AKP ve CHP arasında bir siyasi rant kampanyasına dönüştürülmeye çalışılarak, isyan ve katliam denilerek meselenin özü görmezden geliniyor. Dersim’de yaşananlar, İttihat ve Terakki Partisi ile başlayan Türkleştirme ve asimilasyon politikalarının devamı niteliğindedir. Yaşananlar bir isyan olmadığı gibi, katliam olarak değerlendirmek de yanlıştır. 1915’te Ermeni soykırımı, Süryani soykırımı ve Kürt soykırımının son halkasıdır Dersim. Hepsi aynı makro projenin devamı niteliğindedir.

Mustafa Kemal, 1 Kasım 1935’teki meclis açılış konuşmasında:  “Yeni iki genel müfettişlik ve yeni bazı illerin kurulması gerekli görülmektedir. Bu arada Dersim bölgesinde önemli bir reform programının uygulanması da düşünülmüştür.” Diyor. 1 Kasım 1937 tarihli konuşmasında: “Ulusumuzun layık olduğu yüksek uygarlık ve refah düzeyine ulaşmasının engellenmesinin düşünülmesine yer bırakılmadığı ve bırakılmayacağını huzurunuzda söylemekle mutluyum. Tunceli'nde yapılan uygulamaların sonuçları bu gerçeğin belirtileridir.” ardından 1 Kasım 1938’deki “Uzun yıllardan beri süregelen ve zaman zaman gergin bir şekil alan Tunceli'ndeki toplu haydutluk olayları belli bir program içindeki çalışmalar sonucu kısa bir sürede ortadan kaldırılmış, bölgede bu gibi olaylar bir daha tekrarlanmamak üzere tarihe aktarılmıştır. Cumhuriyetin getirdiği bütün iyiliklerden yurdun diğer evlatları gibi oradakiler de tam anlamı ile yararlanacaklardır.” Sözleri, Mustafa Kemal’in Dersim’de yapılanlarla yakından ilgilendiğini gösteriyor. Mustafa Kemal, ayrıca 1937’de Dersim’de incelemelerde bulunmuş, ziyaret ettiği Pertek’te, Singeç Köprüsü’nün açılışını da yapmıştır. Dersimliler cumhuriyetin “bütün iyiliklerden” tüfek, süngü ve kimyasal silahlarla faydalanmıştır! Daha sonra Dersim’in kontrolünün kolaylığı için, Dersim “demir ağlarla” örülmüş, 1935’teki Dersim, 1937’de Tunceli oluvermiştir.



Dersim’de yaşayan on binlerce insan başka illere yerleştirilmiş, Türklerin yoğun oldukları bölgelere yerleştirilerek Türkleştirilmeye çalışılmışlardır. Bu hem CHP’nin tek parti dönemi olarak iktidar olduğu dönemde hem de sonrasında devam etmiştir. Erzincan’dan Konya Ovası’na kadar çeşitli yerlere yerleştirilen Kürtler, 90’lı yıllarda da köy boşaltmaları ve zorunlu göçlerle asimile edilmeye çalışılmıştır. Yapılanları bu asimilasyon politikalarından azade görmek yanlıştır.

Cumhuriyetin kurulmasından bu yana yaşananlar bir bütünlük arz etmektedir. Bu konuda CHP’nin de, AKP’nin de samimiyetsizliği açıktır. CHP, tarihiyle yüzleşmekten ve doğru bir politika üretmekten uzaktır. AKP ise, kendi iktidarı öncesinde yapılan hak ihlalleri üzerinden rant sağlamaya çalışmaktadır. Böylelikle kendi döneminde yaşananları unutturmak istemektedir. Kendi iktidarı döneminde yaşananlara bulduğu “makul” gerekçeler, kendinden öncekilerin gerekçeleriyle aynıdır. AKP’nin; 90’lı yıllarda faili meçhule kurban edilenlerle, toplu mezarlar ile ilgili takındığı tutum bunun em önemli kanıtıdır. Kendinden öncekilerin katledip topluca gömdüklerini, AKP, topluca “kepçe” yardımıyla çıkarmaya çalışmaktadır. AKP ve CHP’nin, Kürt Özgürlük Hareketi’ne ve Devrimcilere bakışında bir fark yoktur. Erdoğan’ın talimatıyla Kazan vadisinde yapılan operasyonlarda kimyasal silahlarla katliam yapanların sırtını sıvazlamaya ilk giden Kılıçdaroğlu olmuştur. Her iki partinin de aradığı hakikat, açmaya cesaret edemedikleri devlet arşivlerinde, kozmik odalarda mevcuttur. Arşivleri açmaya cesaret edemiyorlarsa, Dersim’in yaşlılarına, Diyarbakır cezaevinde yaşayanlara, Cumartesi annelerine, Ebru Muhikancı’nın ailesine sorsunlar, onlar gerçeği anlatır…

Ahmet Saymadi  / 21 Kasım 2011 Pazartesi


4 Kasım 2011 Cuma

MAHPUSTAN EĞİTİM!

MAHPUSTAN EĞİTİM!

Dünyada birçok ülkede, devrimci politik özneler çeşitli toplumsal kategorilere dayanır. Buna, Çin Halk Cumhuriyeti’nde köylüleri, Avrupa’da da işçi sınıfını örnek verebiliriz. Türkiye’de ise devrimci dinamiğin esas dayanağı genel itibariyle öğrenci hareketi olmuştur. Bunu Osmanlı’daki; Suhte ayaklanmaları içerisinde değerlendirilen medrese öğrencilerinin isyanlarından, Dar-ül Fünun’dan veya Askeri Tıbbiye Mektebi’nden kalan bir miras olarak da görebiliriz. Cumhuriyetin Kuruluşuna önderlik eden ve genel yapısını belirleyen kadroların içinden çıktığı İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC), Kürt halkının özgürlük mücadelesinin en önemli ve en büyük eşiğini yaratan Partiya Karkerên Kürdistan (PKK), Türkiye devrimci hareketinin kurucusu diyebileceğimiz ve birçok örgütün içinden çıktığı Türkiye Halk Kurtuluş Partisi- Cephesi (THKP-C) de öğrenciler tarafından kurulmuştur. Bunu sağ cenahtaki hareketler için de söylemek mümkün. Hâsılı, Türkiye siyasi tarihinin en önemli figürlerinden biri, hatta belirleyenlerden biri öğrenciler olmuştur desek yeridir.

Bu önemli bilgi, sadece tarih kitaplarında yer almadı tabi, siyasi iktidarlar tarafından da dikkatle izlendi ve öğrenci hareketinin önünü kesmek için hep özel bir çaba sarf edildi. Öğrenciler 28 Nisan 1960’ta Beyazıt Meydanı’nda Turan Emeksiz’e sıkılan kurşun ile devlet şiddetiyle daha yakından tanışmıştı. Burada 1961 anayasasının getirmiş olduğu görece daha rahat 7-8 yıllık dönemi istisna sayabiliriz. 1961 anayasasının getirmiş olduğu rahat ortamda Türkiye’deki 1968 kuşağı yetişmiş ve bu kuşağa 12 Mart 1971 askeri muhtırası ile darbe indirilmiştir. Kendini toparlayan ve deneyim kazanan devrimci hareket, yine üniversite öğrencilerine dayanan daha kitlesel bir dinamiği; 1978 kuşağını yaratmıştır. Ancak bu görkemli ve kitlesel devrimci dinamik ise, 1980 askeri cuntasını karşısında bulmuştur. Halen Türkiye Devrimci hareketinin en önemli figürleri 1968 ve 1978 kuşaklarına mensup; Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya, Mazlum Doğan, Nejdet Adalı ve burada adını sayamadığımız başkaca devrimcilerdir. Devlet okullarda terbiye edemediği öğrencileri Mamak ve Diyarbakır Cezaevlerinde terbiye etmeye çalışmıştır.


1980 darbesi ile iktidarı ele geçiren askeri cunta, oluşturduğu yeni devlet yapılanması ile bir daha bu denli büyük bir öğrenci hareketi ile karşılaşmamak için ivedilikle kolları sıvamış ve Yüksek Öğrenim Kurumu’nu (YÖK), tesis etmiştir. 2547 sayılı ve 4 Kasım 1981 tarihli Yüksek Öğretim Kanunu’nda yükseköğretimin amacının belirtildiği 4. Madde şöyle diyor: “Öğrencileri Atatürk devrimleri ve ilkeleri doğrultusunda Atatürk milliyetçiliğine bağlı, Türk milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini taşıyan, Türk olmanın şeref ve mutluluğunu duyan, toplum yararını kişisel çıkarının üstünde tutan, aile, ülke ve millet sevgisi ile dolu, Türkiye Cumhuriyeti Devletine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getiren, Hür ve bilimsel düşünce gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı, milli kültür töre ve geleneklerimize bağlı, kendimize has şekil ve özellikleri ile evrensel kültür içinde öğrenci geliştirilecek ve milli birlik ve beraberliği kuvvetlendirici ruh ve irade gücü kazandırılacak, öğretimde fırsat eşitliği sağlanacaktır. “

Araya sıkıştırılan birkaç kelimelik; Hür ve bilimsel düşünce, fırsat eşitliği gibi kavramları saymazsak geriye, tekçi, milliyetçi ve ahlakçı amaçlar silsilesinden başka bir şey kalmıyor. YÖK’ün amaçlarının anlatıldığı,  kanunun 4. Maddesi okununca yüksek öğrenimin esas paradigması ve 30 yıllık pratiği daha net anlaşıyor. Buna; tüzük, yönetmelik, genelge gibi ikincil düzenlemeleri ve yazılı olmayan polisiye tedbirleri de ekleyince nasıl ceberut bir yapıdan bahsettiğimiz daha da anlaşılır oluyor. Bu ceberut yapı, katkı payı, harç ücreti, ikinci öğretim, uzaktan eğitim, açık öğretim ve son olarak vakıf üniversiteleri marifetiyle eğitimi paralı hale getirerek, yoksul halk çocuklarına üniversite kapılarını kapamayı da amaç edindi. Böylece fırsat eşitliği, parası olanın daha eşit olduğu bir düzene dönüştü. Aynı kanunun 59. Maddesindeki siyasi partilere üye olma serbestîsi ise; iktidar partilerine yakın öğretim görevlileri için bir ikbal kapısı işlevini görürken, iktidar karşıtı öğretim görevlilerinin politik eğilimini belirlemek, sicillerini buna göre tutmak ve işine son vermek için konulmuş bir tuzaktan başka bir şey değildi.



Sınıfsal farklılıkların yarattığı fırsat eşitsizliğine rağmen üniversiteye girebilen öğrenciler,  YÖK’ün ve polisin baskı mekanizması altında eğitime çok zor devam edebiliyordu. Aynı kanunun 54. Maddesi şöyle diyor: “yükseköğretim öğrenciliği sıfatına, onur ve şerefine aykırı harekette bulunan, öğrenme ve öğretme hürriyetini, doğrudan doğruya veya dolaylı olarak kısıtlayan,  anarşik veya ideolojik olaylara katılan veya bu olayları tahrik ve teşvik eden öğrencilere; eylem başka bir suçu oluştursa bile ayrıca uyarma, kınama, bir haftadan bir aya kadar veya bir veya iki yarıyıl için kurumdan uzaklaştırma veya yükseköğretim kurumundan çıkarma cezaları verilir.” Öğrenciye öngörülen sadece kendisine verilen müfredata uygun hareket etmesi ve ilkyardım kolu gibi faaliyetlerde bulunması idi. YÖK bu uygulamalarla bugüne kadar binlerce öğrencinin eğitim hayatının sona ermesine sebep oldu. Üniversitelerden atılan öğrencilerin, gençlik yıllarının ve dinamizmlerinin geride kalmasından, düzenle ilişkilenmelerinden sonra “öğrenci affı” çıkmasını ise, kapitalizmin bireye yaptığı yatırımı heba etmek istememesi, kalifiye işgücüne duyduğu ihtiyacı gidermeye çalışması olarak değerlendirebiliriz.



Öğrenciler son yıllarda da devrimci hareket ile aynı mukadderatı paylaşıyor. Uyarı, kınama, uzaklaştırma ve Okuldan atılma gibi cezaların yanına yenileri eklenmiş bulunuyor. Öğrenciler; parasız eğitim istemek, parasız sağlık ve ulaşım hakkı talep etmek, demokratik üniversite talep etmek, Anadilde eğitim istemek, Marx'ın ve diğer yazarların kitaplarını okumak, slogan atmak, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü kutlamak gibi suçlarla tutuklanıyorlar. Terörle Mücadele Kanunu (TMK) ve Özel Yetkili Mahkemeler (ÖYM) ile birlikte değerlendirilince hukuk başka bir boyut kazandı ya da artık “yok hükmünde”. Demokratik siyaset zeminindeki her şeyin iddianamelerde suç unsuru sayıldığı, İddianamelerin polis fezlekesinin kopyası olduğu, tüm delillerin usulsüz toplandığı bu soruşturmalarda öğrenciler gözaltına alınmakta, ardından ÖYM savcılarınca sorgulanmaktadır. ÖYM savcıları ise, neredeyse her dosyada tutuklu yargılama yolunu seçmektedir. Ağır işleyen hukuk sistemi ile birlikte bu tutukluluk süreleri kimi zaman suça tekabül eden cezayı aşmaktadır. Tahliye durumunda ise hem bireylerin hayatında hem de hukuk sisteminde geri dönüşü olmayan yaralar açılmaktadır. Dün Mamak’ta, Diyarbakır cezaevlerinde terbiye edilemeyen öğrenciler, bugün Tekirdağ, Kırıklar, Kandıra cezaevlerinde terbiye edilmeye çalışılmaktadır.  



Hal böyle olunca, özgürlük talep eden her öğrencinin bahtına örgün eğitim değil, mahpustan eğitim düşüyor! Bize ise; onları mahpustan çıkarmak için elimizden geleni yapmak, onlarla dayanışma göstermek… Bu amaçla bir araya gelen Tutuklu Öğrencilerle Dayanışma İnisiyafi bir süredir içeriden dışarıya köprü kurmaya çalışıyor.  Bu minvalde bizleri uzun süredir takip ettikleri Galatasaray Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü öğrencisi Cihan Kırmızıgül’ün davasını izlemeye, Cihan ile dayanışma göstermeye çağırıyorlar. Cihan’ın davası 16 Kasım Çarşamba günü saat 10.30’da Beşiktaş Adliyesi’nde görülecek. Cihan 21 aydır özgürlük istediği için tutuklu, bilinen tek suçu ise puşi takmak. Cihan’ın ve diğer tutuklu öğrencilerin, “küçük kara balıkların”  Suç ortağı olmaya ne dersiniz?



Ahmet Saymadi / 04 Kasım 2011  Perşembe























28 Ekim 2011 Cuma

VAN’DA GİZLENEN GERÇEK

VAN’DA GİZLENEN GERÇEK



             Geçtiğimiz Pazar günü Van, bir gün ortası depremi ile sarsıldı. Van’da, ilçelerinde ve köylerinde onlarca ev ve işyeri yıkıldı, ölü sayısı ise her geçen gür artıyor. Öncelikle başlarken yaşamını yitiren herkese başsağlığı diliyor, ailelerine sabır diliyorum.  Sabrı sadece yaşadıkları acılar için değil,  onlara yapılan zulme karşı da diliyorum. Zira son bir haftada Vanlılar özelinde Kürtler hakkında, burada tek tek anmak istemediğim onlarca kötü söz edildi. Yardım adı altında yapılan başkaca saçma şeyler ise dayanılacak gibi değil… Faşizm kenarına kayıt düşse de, Van halkıyla deprem yaralarının sarılmasında gösterilen dayanışma tüm olumsuzlukları unutturacak gibi.  

           Van depremi başkaca bir konuyu dikkatle izlememiz gerektiği vurgusunu öne çıkardı: Demokratik özerklik ve yerinden yönetimler. Önce kısaca Van’daki politik dengelere bakalım.  

            Van Belediyesi, 2005 yılındaki yerel seçimlerde AKP tarafından kazanılmıştı, 2009 yılındaki yerel seçimlerde ise AKP, Van’daki yerel seçimleri kaybetmiş ve seçimleri DTP kazanmıştı. Bunu sindiremeyen AKP’nin seçimlerden hemen sonra başlattığı KCK operasyonlarında seçim çalışmasında emeği geçen, seçim başarısına katkıda bulunan onlarca insan tutuklanmıştı. Bütün bu baskıya ve kadro darlığına rağmen, BDP’nin de içinde olduğu Emek, Demokrasi ve Özgürlük Blok’unun adayları 12 Haziran genel seçimlerinde, Van’daki geçerli 440 bin oyun, 211 bin’ini alarak, büyük bir başarı göstermiş ve 8 milletvekilliğinin dördünü kazanmıştı. Milletvekillerinden Kemal Aktaş’ın cezaevinde olduğunu, seçim çalışmalarına iştirak edemediğini ve hala tutuklu olduğunu belirtmek gerek. 12 Haziran başarısının ardından aynı senaryo yine yürürlüğe kondu; seçimlerde çalışan onlarca insan KCK operasyonu adı altında tutuklandı. Van’da AKP ile Kürt Özgürlük Hareketi arasında bir inisiyatif savaşının yaşandığını, ve bu savaşı AKP’nin iki kez kaybettiğini görüyoruz.

             AKP’nin yürüttüğü siyaset ile yükselen faşizm, depremin hemen ardından kendini gösterince AKP bir kez daha kaybetti. MHP lideri Devlet Bahçeli bile grup toplantısında deprem ile ilgili söylenenler için “ Densizlik ve soysuzluk” yorumlarını yaptı. Van özelinde Kürdistan AKP için bir bataklığa dönüşmüş durumda, inisiyatifi kazanmaya çalıştıkça daha fazla batıyor. 17 Ağustos depreminde, gelmiş geçmiş en sağlıksız insanlardan biri olan MHP’li Sağlık Bakanı Osman Durmuş, yurt dışından gelen yardımları kabul etmemişti. Van depremin ardından ise AKP İsrail’den gelen yardımları kabul etmedi, çaresizlikten olacak ki, yardımların gelmesinden 3 gün sonra yardımları kabul etmek zorunda kaldı. Hâsılı AKP, bu depremde ırkçılıkta MHP’yi aratmadı, hatta geçti dersek yeridir.

           Bahsettiğimiz inisiyatif savaşı yardımların Van’a ulaşmasında ve depremzedelere dağıtılması noktasında da kendini gösterdi. BDP’li belediyelerden yollanan, yurttaşlar tarafından direkt Van Belediyesi’ne gönderilen yardım malzemeleri Van’a sokulmadı, yardımların şehre girişine izin verildikten sonra ise Belediye yerine Kızılay’a götürüldü. Van otogarında gönderilen yardım malzemelerine polisler tarafından el konuldu, el konulması sırasında çatışma çıktı,  kargo şirketlerince şehre getirilen tüm yardım malzemeleri Valiliğe yönlendirildi. Yardım için şehre gelen gönüllüler şehre sokulmadı ve geri gönderildi. Oluşturulan kriz masasına Van Belediye’sinden kimse alınmadı. Yardım malzemelerinin dağıtılmasında devlet görevlilerine ve AKP’ye oy çıkan yerlere öncelik verilip, diğer yurttaşların geri plana itilmesi ise büyük bir öfke yarattı.

              Van’da yaşananlarda İzmit depreminde olduğu gibi ciddi bir bilgi kirliliği yaşanıyor. Medya üzerinden yürütülen psikolojik savaşta, AKP yaşanan her şeyi yanlış aktarıyor. Depremden zarar gören halkın tüm ihtiyaçlarının çözüldüğünü, köylere ulaşıldığını, her şeyin yolunda gittiğini belirtiyorlar. Ancak tümüyle yalan olduğu ortaya çıkıyor; Perşembe günü bile ailesinden birçok ferdi depremde kaybeden Engin Dargın, çadır alamadığı için elinde bıçakla Kızılay’ı bastı.

              AKP o denli batmış durumda ki, Başbakan bazı konularda yetersiz kaldıklarını açıklamak zorunda kaldı. Kızılay, çadır sıkıntısının gerçek olduğunu belirtti; “Deprem olacak diye 500.000 çadır stoklayamayız” gibi fecaat bir açıklama yaptı. 1999 İzmit depremi ile alınmaya başlanan deprem vergileri ile Van’daki sorunların çoktan çözülebileceğini belirtenlere ise Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in verdiği; “Biz deprem vergilerini duble yol yapımı için kullandık” cevabı ise tarihe geçti bile... İşsizlik fonununda nerelerde kullanıldığını ve işsizlere ödenmediğini hatırlarsınız sanırım!             

                Durumun AKP’nin ve artık AKP tarafından ele geçirilmiş devlet kurumlarının açıkladığı gibi olmadığını hepimiz biliyoruz. AKP’ye ve devlet kurumlarına yaptıkları açıklamalarda geri adım atmalarını sağlayan, bölgeden gelen bilginin doğru akışını sağlayan, alternatif kriz masası ile sorunların çözümünde halktan yana seçenekleri ön plana çıkaran yegane şey, Van’da yerel yönetimlerin halk iradesi tarafında kazanılmış olması…

                 Yerel yönetimlerin ve Demokratik Özerkliğin ne kadar önemli olduğunu acı bir olayla, deprem felaketi ile tekrar öğrenmiş olduk. Van’daki yerel yönetimin halk iradesinde olmaması halinde; ne gerçek ölü ve yaralı rakamlarına, ne yardımların yerindelik ilkesine göre kullanılıp kullanılmadığına, ne yıkılan binaların hangilerinin devlet binası olup olmadığına, yardım dağıtımında hakkaniyet ilkesinin çiğnenip çiğnenmediğine, depremzedelere verilen ilaçlardan hala katılım payı alındığına, deprem vergilerinin nereye gittiğine dair bilgileri öğrenemeyecektik!

               Bize düşen; Van halkını yalnız bırakmamak, Van için yapılan kampanyalarda toplanan tüm gelirlerin Van halkının yararına kullanılmasını sağlamak (Kızılay bile Van için gelen yardımlar için ayrı hesap açtı), Van’a yapılacak yardımı bütün kış boyunca daimi hale getirmek, hepimizin ortak görevi. Bu dayanışma, kaybettiğimiz kardeşliğin harcını yeniden karmak için en önemli malzememiz. Bu aynı zamanda Van’da ve başkaca birçok yerde kazanılan yerel yönetimler başarısının ve demokratik özerklik deneyimin genişlemesinin de birinci adımı olacaktır. AKP, Kürdistan’da önümüzdeki yerel seçimleri; Kürt halkının örgütlü gücü, direngenliği ve deneyimi karşısında şimdiden kaybetti, bu çok açık. Önemli olan AKP’nin yenilgisini ve halkların zaferini yaygınlaştırmak, demokratik özerkliği her yerde hâkim kılmaktır. Van’da gizlenen gerçek; Demokratik özerkliğin zaferi, AKP faşizminin yenilgisidir.

Ahmet Saymadi / 28 Ekim 2011 Cuma

         

22 Ekim 2011 Cumartesi

GERÇEKTEN KARDEŞ MİYİZ?


GERÇEKTEN KARDEŞ MİYİZ?

                Beylik bir laf ile başlayayım: “Kritik bir süreçten geçiyoruz”. İçinden geçtiğimiz günler, pek sevmediğim bu cümleyi ziyadesiyle kullanmamızı gerektiriyor. Ne zaman topluca asker cenazesi gelse herkes tepkisini yüksek sesle dile getiriyor. Toplumun belirli kesimlerinin milliyetçi damarları kabarıyor, kimi yerlerde neredeyse sokağa çıkılamayacak kadar faşizan bir hava hâkim oluyor. Bunun tam tersi bir hava Kürdistan illerinde ve Avrupa’da yaşayan Kürtlere de hâkim. Savaşın ve kanın ağırlığı her yere sirayet ediyor.

                  Durum daha homojen bir çevrede yaşayan insanlar açısından sorun olmasa da, farklı etnik kökenden insanların bir arada yaşadığı, Kürtlerin zorunlu göçlerle geldiği büyük kentlerde ciddi tehlike arz eden olaylar meydana geliyor. Son olarak Bursa’da yaşananları verebiliriz, Kürtlere ait işyerleri tahrip edildi, yaşadıkları evlere saldırıldı. Birçok yerde BDP il ve ilçe örgütlerine saldırıldı, kimi yerlerde yakıldı. Bunun bir süreklilik arz etmesi ise daha büyük bir çatışmayı, boğazlaşmayı da uzun erimde ortaya çıkaracak gibi! Umarız böyle bir şey yaşanmaz.

               Bir iki giriş cümlesinden sonra esas meramıza gelebiliriz. Bizler uzun zamandır farklı etnik kökenlerden ve dinlerden insanlar bir arada yaşıyoruz ve kimi zaman birçok olaya verdiğimiz tepki de aynı olabiliyor. Ancak mesele onların tabiriyle “şehit cenazeleri” olunca durum birden değişiyor. Çevremizdeki insanların birçoğu asker cenazeleri ile ortaya çıkan hassasiyete aynı şekilde ortak olmamızı, empati yapmamızı istiyor. Bugüne kadar olan onlarca mesele de farklılıklarımızı koruyarak devam ettirdiğimiz uzun süreli ilişkilerimiz bile, bu hassasiyete ortak olmamamız sebebiyle çatırdıyor, sona eriyor. Birden hepimiz doksanlı yıllardan kalan kimliklerimize zorunlu dönüş yapıyoruz; bordo bereliler güney Kürdistan’a girerken, bordo klavyeliler vatansever oluyor, bizler vatan haini! Her meselede belleksiz bu toplumun unutmadığı tek şey hainliğimiz!

                Kimseden böyle şeyler beklenilmemesi gerekiyor, çünkü herkesin meseleye bakışı ve hassasiyetleri farklı, ben aklıma gelenleri gerekçeleri ile bunları yazacağım. Geçmişteki köy boşaltmaların bittiği, anadilin serbest olduğu, Kürtlerin rahatça her şeyi yapabildiği söyleniyor. Kocaman bir yalan!

                 Her şeyden önce; Kürtlerin bir toplum olarak kendi varlıklarını ve kültürlerini devam ettirebilmelerini sağlayacak kolektif hakların anayasal güvenceyle sağlanması gerekiyor. Yoksa 20 milyonluk bir halk asimilasyon politikaları ile yok olacak. Bunun da birinci yolu, yerel yönetimlere özerklikler tanımak. Yerinden yönetim ilkesi ile halkın birçok ihtiyacını yerel yönetimlerle sağlamasını sağlamak. Buna basit bir örnek vermek gerekirse, Diyarbakır Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş, belediye hizmetlerini halkın ihtiyaçları doğrultusunda birçok dilde vermeye kalkıştı. Ne mi oldu; hapis yattı. Şimdilerde ağır hastalığına rağmen yurtdışına tedavi için çıkmak istiyor izin verildi mi? Hayır.

                  Anadilde eğitimin devlet tarafından güvence altına alınması şart. Devlet okullarında isteyen herkese Kürtçe eğitim verilmeli. Seçmeli ders altında, eğitmenin bile olmadığı “boş ders” mantığı ile verilen göstermelik dersleri kimseye yutturamazlar. TRT6 adı verilen AKP’nin Kürtçe yayın organını keşke anlasanız, para verseler izlemezsiniz. Yurttaşların özgürce kuracağı Kürtçe yazılı ve görsel medya organlarına yayın izin verilmeli. Verildi mi? Hayır. Bakınız, Azadiye Welat gazetesi, genel yayın yönetmeni 124 yılla yargılanıyor.

                 Anayasadaki yurttaşlık tanımı yeniden yapılmalı. Türk kimliğine vurgu yapan, diğer etnik kökenleri yok sayan maddeler yerine tüm etnik kimlikleri kapsayan, insana vurgu yapan evrensel kavramlarla yeni bir anayasa yazılmalı. Buna bağlı tüm kanunlar değiştirilmeli, kamu alanındaki sadece bir kimliğe vurgu yapan her şey değiştirilmeli.  

               Köyler boşaltılmıyor artık (son olaylarla boşaltılan 10’a yakın köyü saymazsak), peki o köylere dönülebiliyor mu? Hayır. Yerinden yurdundan edilen insanların, mülkleri gasp edilmiş durumda, geri dönmeleri ile ilgili mülkiyet hakları verilmiyor. Devletin bu insanların uğradığı haksızlıkları ve kayıpları ise tazmin etmesi gerekiyor. Mülkiyet haklarında ve tazminat ödemelerinde bir ilerleme var mı? Hayır. Köylülerin bıraktığı mülkleri kimin eline geçti, biraz araştırın, deniz feneri ekibinin doğu versiyonu dağ feneri ekipleri ile karşılaşacaksınız!

                  Binlerce insan faili meçhul cinayetlere kurban gitti, işkencede insanlar kaybedildi, tüm dünyanın şahit olduğu hak ihlalleri yaşandı. Bu suçları işleyen insanlar ile ilgili işlem yapıldı mı? Hayır. Hakikatleri araştırma komisyonları kurularak bu suçları işleyen tüm devlet görevlileri ve sivillerle ilgili incelemelerin yapılması, suçluların cezalandırılması, mağdurların zararların tazmininin sağlanası gerekiyor. Bunlar yapıldı mı? Hayır. Tüm devlet sırları sır olmaya devam ediyor, artık mobese kayıtları da devlet sırrı, bakınız, Batman…

                     İnsan Hakları Derneği’nin öncülük ettiği, içinde çeşitli Demokratik Kitle Örgütlerinin de bulunduğu heyetin ortaya çıkardığı “Toplu Mezarlar” var. Genelde kitlesel savaşların yaşandığı, toplu ölümlerin olduğu yerlerde karşılaşılan toplu mezarlar var Kürdistan’da. Bu toplu mezarların hepsinin insani yöntemlerle açılması, kimlik tespitlerinin yapılması, naaşların ailelerine teslim edilmesi ve veda hakkının tanınması gerekiyor. Yapıldı mı? Hayır. Çemişgezek’te bulunan toplu mezar kepçelerle açıldı! Gerisini anlatmayacağım.

                    Bakmayın kaldırdık dediklerine; askeri cuntadan kalma yasalar ve mahkemeler her iktidar tarafından yeni ihtiyaçlara göre yeniden düzenleniyor. Artık Devlet Güvenlik Mahkemeleri yok, Özel Yetkili Mahkemeler var, bir de Terörle Mücadele Kanunu. Bu yeni TMK’ya göre ne yapsak suç ve bu yasalar sebebiyle binlerce insan anlamsız sebeplerden cezaevlerinde. Siyasi suçlulara acilen bir genel affın çıkarılması, TMK ve ÖYM’lerin kaldırılması gerekiyor. Abartmıyorum, bu yazdıklarımız bile halkı askerlikten soğutmak, suçu ve suçluyu övmek gibi suç unsurları taşıyor. Anlayacağınız sussak ölüm, konuşsak intihar!

                    Bir de, dilinizi değiştirmeniz gerekiyor; terörist başı, terörist, bebek katili, vatan haini gibi kelimeleri yok etmeniz gerekiyor. Onların yerine daha politik; örgüt lideri, militan, farklı düşünen insanlar gibi kavramlar kullanılabilir. Beş milyon insanın irade beyanında bulunduğu bir partiye saldırmaktan vazgeçin, vazgeçmeyecekseniz eğer, “72 milyon tek yürek” demeyin lütfen, bizi yok yazın 67 milyondan devam edin…

                  Son olarak, işkence edilen gerilla görüntüleri sizi hiç mi rahatsız etmiyor. Öldükten sonra, işkence edilen, kulağı kesilen, tekmelenen, yerlerde sürüklenen gerilla görüntülerine insan bakamıyor. Onlar birçok Kürdün tanıdığı veya akrabası veya arkadaşı olabilir. Bu insanlık dışı uygulamalara Kürtlerden önce Türklerin karşı çıktığı gün barışa bir adam daha yaklaşacağımızı düşünüyorum.

                 Bunlar olmayacaksa eğer, kardeşlik anlayışınız Kabil’in Habil’e duyduğu kardeşlikten farklı bir şey olmaz. Biz nasıl ki ölen her asker cenazesine üzülüyorsak, her can gittiğinde Kürt Türk ayırt etmeden içimiz yanıyorsa, aynı şeyi sizden de bekliyoruz. Ölen gerilla’da bu toprakların evladı, gömülecek yeri olmasa da…

                 Tüm bu söylediklerimizde bir çakıl taşını alıp şuradan şuraya götürmekten, vatan denilen toprak parçasını bölmekten bahsetmedik. Tüm bunlar demokrasi sınırları içerisinde yapılabilecek makul ve insani şeyler. Empati kolaysa buyurun siz de gelin beraber yapalım. Meramımız budur a dostlar. Kırdıysak affola.

Biz kardeş olmaya dünden hazırız, Barışı herkesten çok biz istiyoruz.
Son söz, Birbirimizi öldürmekle bitirseydik eğer, çoktan biterdik emin olun…

Ahmet Saymadi  / 22 Ekim 2011 Cumartesi









13 Ekim 2011 Perşembe

DOKSANLARA DÖNMEK

       Doksanlara Dönmek!       

              1991 yılının Temmuz ayıydı, Diyarbakır’da kavruk bir yaz günüydü…  Tatilde her zaman olduğu gibi evin altındaki bakkalda çıraklık yapmaya başlamıştım. Ustam Behzat Abi; “yarın izinlisin, açmayacağız” dediğindeyse sevinmiştim. Sebebini sorduğumda “cenaze var” demişti. Cenaze dolayısıyla kapalı olmak makul bir sebepti ama bildiğim ölen bir yakını yoktu.  Ertesi gün şehirde bütün dükkanlar kapalıydı! Bağlar yönünden önlerinde taşıdıkları tabutla büyük bir kalabalık, gelmeye başladı, evimizin olduğu Ayhan Durağı’nda takıldım peşlerine, Mardinkapı’da dedemlerin evine kadar kalabalıkla birlikte yürüdüm. Belki tesadüfendi ama benim katıldığım ilk yürüyüştü. Ben ayrıldıktan sonra, Mardinkapı’daki surların üzerinden kalabalığın üzerine ateş açılmış, mezarlık yolu onlarca insana mezar olmuştu…
              
              Bahsettiğim cenaze Vedat Aydın’ın cenazesiydi, Diyarbakır HEP İl Başkanı iken bir gece ansızın, kapısı devletin derinliklerinden gelen birilerince çalınmış, götürüldükten sonra işkenceye uğradıktan sonra katledilmişti. Cenazesi Diyarbakır halkı tarafından sahiplenilmiş, on binlerce insan Vedat Aydın’ın naşını omuzlarında kilometrelerce taşımıştı. Devlet, halkın bu sessiz direnişini, bir devrimciyi sahiplenişini yeni bir katliamla ödüllendirmişti.  
        
    Bir süredir “doksanlara döner miyiz?” sorusu sıkça soruluyor, ben de doksanları hatırlamaya çalışıyorum. Doksanlardan aklımda kalan en önemli olay Vedat Aydın’ın cenazesi. Vedat Aydın’ın katledilmesi bir eşik olsa da, doksanlı yıllar faili meçhullerle geçti, insanlar evlerinden üzerlerinde “polis yeleği” bulunan kimselerce alındı, kaçırıldı ve bir daha haber alınamadı. Alındıysa da, alınan haber hep ölüm haberi oldu. Hukukun tamamen yok sayıldığı, düşmanla savaş hukukunun yürürlükte olduğu dönemdi doksanlar. Devletin hala inkâr ettiği ama maaş ödediği bordrolu personelleri “terör” estiriyordu.
       
        Bugünlerde doksanlı yılları hatırlatan ise; devlet ve PKK güçleri arasındaki çatışmaların artması, Kimi köylerin tekrar boşaltılması, yaylalara çıkışların yasaklanması gibi uygulamalar. Bunların dışında kalan en önemli benzerlik ise hukuksuz tutuklamalar; Kürt Özgürlük Hareketi’ne ve Sosyalist hareketlere mensup insanların evleri şafak vaktinde basılıyor, özel yaşamları darmadağın ediliyor, aileleri hakaretlere uğruyor. Haklarında hazırlanan iddianameler aylar sonra hazırlanıyor ve mesnetsiz suçlamalarla rehin tutuluyorlar. Polis iddianamelere bir şeyler yazmak için bu insanları yıllarca teknik takibe alıyor ve tüm özel yaşamlarını didik didik ediyor.
          Doksanlı yıllara dönülmeyeceği açık! Kürt Özgürlük Hareketi’nin geldiği aşama, toplumsal meşruiyeti, parlamento ve yerel yönetim deneyimleri, örgütlü gücü buna müsaade etmeyecektir. Türkiye ve Kürdistan doksanlı yıllardaki “vahşet” yıllarını geride bıraktı. Türkiye toplumu da o zamanlar sessiz kaldığı bu vahşete, şimdi daha farklı bir tepki verecektir.
      
           Ancak bu doksanlara geri dönmeyiş karşısında bize önerilene sevinmeli miyiz? Bilmiyorum! Daha önce evleri basanların kimliği bilinmiyordu, şimdi biliniyor, hepsi resmi polis memuru. Daha önce yapılan insanlık dışı uygulamalar hukuk kuralları çiğnenerek yapılıyordu, şimdi hukuk kuralları insanlık dışı uygulamalara göre düzenlendi. Daha önce evelerinden alınanlar katlediliyordu şimdi tutsak ediliyor.
                    
        Geçen hafta evleri basılan ve tutuklanan 97 BDP’li arkadaşımız mahkemede hâkim karşısındayken; sadece “sağ” olduklarına, işkenceye maruz kalmamış olmalarına sevindim. Tıpkı Şili’de Villa Grimaldi’de işkence görenlerin yakınlarının, dışarıda sadece yaşıyor olmalarına sevinmeleri gibiydi hissettiklerim. 30 yılda çok şey değişmiş, en azından yaşam hakkımızı kazanmışız! Şoförünü değiştiren demokrasi tankı ilerliyor, sadece altında kalanlarda bir değişiklik yok…
  
  Değişikliğe sevinmeli miyiz?
   
 Ahmet Saymadi / 13 Ekim 2011 Perşembe