23 Eylül 2011 Cuma

O KÖPRÜNÜN ALTINDAN ÇOK KANLAR AKTI!

O KÖPRÜNÜN ALTINDAN ÇOK KANLAR AKTI!

Çayan Demirel’in çektiği “38 Dersim” belgeselinde, Dersim katliamına tanık olanlardan Mahmut Yıldız yaşadıklarını şöyle anlatıyordu; “Şu mahalle İnönü, Şu mahalle Bayar, şu mahalle alpdoğan, şu mahalle Atatürk mahallesi falan dediği zaman… Hâlbuki ben unutmak istiyordum… Şimdi isimleri duyduğum zaman aklıma 38 geliyordu.” Yazacağımız her şeyi özetliyor Mahmut Yıldız’ın anlattıkları. Direnenlerin, Katillerini her zaman hatırlamaları gerektiğini vurgulayan bir devlet refleksiydi bu. Bakın ve hatırlayın, Bir daha direnirseniz ve isyan ederseniz başınıza gelecekleri sakın unutmayın! Her gün, hatırlatılan boyun eğme gerekliliği, iktidara karşı çıkıldığı anda kaderin daha öncekilerle aynı olacağına dair hatırlatmalar ve her sokağın başına konulan işaretler…

 1943 yılında Van’ın Özalp ilçesinde, asker ve memurlar; bölgede yaptıkları yolsuzlukları örtbas etmek için, sınırda kaçakçılık yaptıkları gerekçesi ile Milalengiz köyünden 33 kişiyi (aslında 32 kişidir, bir kadın kaçmış veya serbest bırakılmıştır) kurşuna dizdirir. Ankara’ya “Çatışmada şakilerin ölü ele geçirildiği” notu iletilir. Katliamın emrini veren ise 3. Ordu komutanı Mustafa Muğalı’dır. Muğlalı çıkarıldığı mahkemece yargılanır ve 20 yıl hapse mahkûm olur. TSK, cezaevinde ölen Mustafa Muğlalı’nın adını, “Türk silahlı Kuvvetleri isim verme yönersine” göre, katliamın gerçekleştiği yerdeki jandarma sınır taburuna verir. Yönergede; askeri birimlere hangi kıstaslara göre, isim verildiğini tahmin edebiliyorsunuzdur sanırım!

2009 yılında Hrant Dink’in vurulduğu kaldırımın yanı başındaki caddenin adı “Ergenekon” caddesi, biraz daha ilerlerseniz “Bozkurt” caddesini görebilirsiniz! Niye mi çünkü burası eski Tatavla semti, Rumların ve Ermenilerin çokça yaşadığı bu semtte, onlara esas kimlikleri hatırlatılmaya çalışılmış. Nasıl olsa onlarında ataları Orta Asya’dan gelen Türkler! Aynısını Cihangir’de eskiden Rumların yaşadığı Tavukuçmaz’da da görebilirsiniz, orası çok zaman önce  “Başkurt” sokak oldu…

Siyasi tarihimizin önemli günlerinden biri olan 28 Şubat’ta doğan, hayatında üç kez ağlayan ama çok insanın anasını ağlatan Çetin Doğan; 1997 ile 1999 yılları arasında Diyarbakır’da Jandarma Asayiş Komutanlığı yaptı ve Güney Kürdistan’a yapılan birçok sınır ötesi operasyonu mimarıydı. Çukurca halkına çok faydalı işler yapmış olacak ki adını, oradaki bir köprüye vermişler! Ayların birinin 28’inde, adı geçen köprünün üzerinde canlı kalkan eylemine katılan BDP’li Yıldırım Ayhan, polisin attığı gaz bombası parçasının göğsüne isabet etmesiyle yaşamını yitirdi. Çukurca Belediye Meclisi; bir utanca son vererek, Çetin Doğan köprüsünün adını, Yıldırım Ayhan köprüsü olarak değiştirdi.

AKP; tüm darbe karşıtı ve askeri vesayet karşıtı söylemlerine rağmen, devraldığı “isim yönergesi” uygulamalarında bir değişikliğe gitmiyor, Kürdistan’da ordu ile senkronizasyonunu bozacak tüm girişimlerden kaçınıyor. Hapse attığı, sorguladığı askerler bile Kürt halkı karşısında değerli birer devlet görevlisine dönüşüyor. Devlet, Kürt halkına karşı, devletin en kirli işlerine bulaşmış katillerinden bile vazgeçmiyor. Binlerce yıllık, Dersim’e Tunçeli diyen, dağa taşa “Ne mutlu Türküm diyene” yazan zihniyetten çok şey beklememek gerek…

Ancak, AKP’nin devam ettirdiği bu uygulamaları halk meclisleri bozuyor… BDP Dersim Belediyesi şehir merkezindeki bir parka “Seyit Rıza” adını verdi. Sur Belediye Meclisi; Hasırlı Mahallesi Direkçi Sokağına Ermeni yazar Mıgırdiç Margosyan’ın ve Fatih Mahallesi Yağcı Sokağına ise Ahmet Arif’in adını verdi.  Biz devletin yer isimlerini neden değiştirdiğini, katillerin isimlerini yaşam alanlarımıza neden verdiğini onların hemen anlamıştık. Bizim yaptığımız değişiklikleri onların anlaması çok güç, bünyesini faşizm hastalığının sardığı bu devletin gözlerini kan bürümüştür haliyle, anlaması imkânsızdır.

Katillerin Adlarını verdikleri o köprülerin altından çok kanlar aktı. Artık kan akmasın diye o köprüler; katillerin değil, halkın yiğit evlatlarının adları ile anılıyor. Onlar bizi tarihin altında kalmaya zorladıkça, biz tarihin altını üstüne getireceğiz!



23Eylül 2011 Cuma – Ahmet Saymadi

18 Eylül 2011 Pazar

Puşi Kürt Özgürlüğünün Simgesidir!

Puşi Kürt Özgürlüğünün Simgesidir!



Diyarbakırlı bir Kürt olmama rağmen puşi ile geç tanıştım. Biz küçükken Diyarbakır kent merkezinde puşi pek takılmazdı, genelde şehir dışında yaşayanlar veya şehre taşradan göç edenler takardı puşiyi, biz şehirliyiz ya atkı takardık. Diyarbakır’dan Mersin’e göç ettikten sonra, Kürt olduğumuzu erkenden fark ettirdiler! Ben de inadına, Kürt olduğumu ispatlamanın ya da bu kimliği açıkça ilan etmenin en açık göstergesini puşi takmak olarak anlamışım ki, hemen bir puşi almıştım kendime.

Puşi takmak atkı takmak kadar kolay bir şey değilmiş ama hemen öğrettiler! Boynumuza dolayıp dışarı çıktığımız ilk gün; arada gittiğimiz kahvehaneden “tanımasam içeri almazdım…” uyarısını almış, az sonra ise GBT soruşturmasına tabi tutulmuş, etrafta bizi puşi ile görenlerin ise ters ve şüpheli bakışlarına maruz kalmıştık. Biz ise Kendimizi Kürt kimliğinin farkına varmış, safını belirlemiş Kürtler olarak görüyorduk. Cemiyet hayatına karışmamızla birlikte, Puşiyi takmaz olduk, şimdilerde evde bir köşede duruyor.

Bunları neden mi anlatıyorum? Sebep, Galatasaray Üniversitesi Endüstri Mühendisliği bölümü 3. Sınıf öğrencisi Cihan Kırmızıgül! Cihan ilgisi olmayan bir eylemin gerçekleştiği bir semtte otobüs durağında beklerken “Şüpheli” zannıyla darp edilerek, gözaltına alındı ve ardından tutuklandı. 20 aydır Tekirdağ cezaevinde yatıyor ve tek suç delili taktığı puşi! Mahkemesi 16 Kasım’a ertelendiği için tutukluluk süresi 22 aya uzadı. İnsan sadece puşi taktığı için şüpheli olur mu? 22 ay hapis yatar mı? Bu soruları yüksek sesle tekrar sormamıza sebep oldu Cihan. Aslında Cihan’da değil, Cihan’a ve puşiye bu zulmü reva görenler desek daha doğru olacak. Cihan’ın başına gelenler, bize güvenlik birimlerince Puşi’nin ve Kürt olmanın, bir suç unsuru olarak algılanmasında bir değişiklik olmadığını gösterdi. Bir halkın yüzyıllardır kullandığı bir yerel bir giysi devlet tarafından suç unsuru olabiliyor ve uğruna bedel ödenen bir siyasal simgeye dönüşebiliyor. Gerilla giyiyor diye, Mekap marka ayakkabı giyenleri toplayan zihniyetten ne beklenir ki zaten! Yakında trafik ışıklarını sarı, kırmızı, mavi yaparlarsa şaşırmayın…

Puşinin suç unsuru olarak görülmesi alıştığımız bir şeydi yeni değil; puşi KCK operasyonlarında tutuklanan birçok insan ile ilgili olarak da suç delilleri arasında gösterilmişti. Puşi takan birisi güvenlik görevlilerince kimlik kontrolüne tabi tutulabiliyor ve gözaltına alınabiliyor. Puşi takmak Kürtlerin şiddete maruz kalmasına da sebep oluyor; Geçtiğimiz yıl, Beyoğlu’nda puşi takan Mehmet Çelik, boğazından bıçaklanarak öldürülmüştü. Katillerden birisi polis memuruydu! Yine geçtiğimiz yıl, Giresun’da üniversite öğrencisi Kürtler puşi taktıkları için ülkücü faşistlerin saldırısına uğramışlardı.



Türkiye Cumhuriyeti’ne bu algının Filistin’deki İngiliz sömürgecilerinden miras kaldığını söyleyebiliriz. Sömürgeci her yerde aynı nasıl olsa! Puşiye çok benzeyen Arap halkının kullandığı “Kefiye” İngiliz sömürüsüne-İsrail zulmüne karşı Filistinlilerin direnişinin sembolü olmuştu. İsrail’e karşı mücadele eden FHKC ve EL-Fetih’te kefiyeyi simge edinmişti. Hatta Marksist FHKC’nin kullandığı kefiye kızıl renkliyken, muhafazakâr El-Fetih’inki ise siyah beyaztı.   



İsrail polisi için Arap’ın kefiyesi ne ise, Türk polisi için de Kürd’ün Puşisi odur. Adı bile korkutur, adı bile suç unsurudur. Cihan’ın taktığı sadece bir yerel giysi değildir, bir halk ayaklanmasının simgesidir… Bu ülkede özgürlük diye boynumuza dolanan adaletin prangası yerine, boynumuza puşi dolamayı tercih ederiz. Suçsa şayet, bütün Kürtler suçluyuz.

 18 Eylül 2011 Pazar - Ahmet Saymadi


(Fotoğraf: Leyla Halid)

15 Eylül 2011 Perşembe

Mezopotamya Sosyal Forumu Başlıyor…

Mezopotamya Sosyal Forumu Başlıyor…

Küresel sermaye ve emperyalist devletler oluşturdukları tüm sömürü kurumlarına rağmen, yılın çeşitli zamanlarında bir araya gelerek yeni sömürü politikaları üretmek üzere toplantılar düzenliyorlar. Aklımıza hemen IMF ve Dünya bankası zirveleri ve Davos görüşmeleri geliyor. Bunlar da yetmiyor, onlarca konferans, çalıştay ve seminer de yapıyorlar.

Dünya hakları, ezilen sınıfları, bütün bu sömürü politikalarının muhatapları ise sosyal forumlarda bir araya geliyorlar. İlki 2001 yılında Porto Alegre’de yapılmıştı, Forumun hemen ardından Latin Amerika ülkelerinde sol partiler iktidara gelmiş, tüm Latin Amerika’nın çehresi değişmişti. Burada iktidara gelen partilerin ne kadar sosyalist olduğunu tartışmayacağım ancak ABD’nin arka bahçesi olarak gördüğü, kanlı darbelerle gelen diktatörlerin iktidarlarının ardından, sol partilerin iktidara gelmesi değişim adına, dünya hakları adına umut vericiydi. 

Dünya sosyal Forumu’nun üzerinden tam 10 yıl geçti. Latin Amerika’da esen rüzgâr Ortadoğu’ya ulaşmışa benziyor. Libya ve Suriye’de emperyalistlerin desteklediği ve milisleri silahlandırdığı “isyanları” saymazsak, Ortadoğu’da toplu bir ayaklanma halinden söz edebiliriz. Birçok yorumcunun dediği gibi bir “Arap Baharı” yaşanıyor. Yanı başımızdaki halklar, kendilerine biçilen kadere itiraz ediyor ve yarattıkları hareket tüm dünyayı etkiliyor. Bu minvalde değerlendirildiğinde; 2011 Mezopotamya Sosyal Forumu en az 2001 Porto Alegre Dünya Sosyal Forumu kadar önem taşıyor.

Mezopotamya Sosyal Forumu’na Ortadoğu’nun en kadim halklarından Kürt Halkının gözbebeği, direnişinin başkenti Amed ev sahipliği yapıyor.  MSF bu yıl,  İnsanlık için, kapitalizme ve sömürüye karşı, özgürlük kazanacak” başlığı ile yapılıyor. Kürt halkının verdiği ulusal kurtuluş mücadelesinin başka boyutlarının, kapitalizm ve emperyalizm karşıtı söyleminin daha da önce çıkacağı bu forumda birçok konu etraflıca tartışılacak.

Kazım Koyuncu Amed’e her geldiğinde ; “Denizin çocuklarından dağların çocuklarına selam getirdim” derdi. Şimdi Hopa’dan Gerze’ye direnen Karadenizliler hem direnişin selamını getiriyor hem de mücadele pratiklerini paylaşmaya geliyor Amed’e, ekoloji hareketinin yerel eylemcileri geliyor.

Tunus’tan Mısır’dan, Filistin’den, Lübnan’dan eylemciler boyunlarında Arap isyanın simgesi “Kefiye’leriyle” geliyorlar. Enternasyonalist, ortak düşmana karşı ortak mücadeleyi birlikte örmeye geliyorlar.

Fabrikalardan, grev alanlarından işçiler geliyor. Sömürü politikalarının geldiği son aşamayı, esnek ve güvencesiz çalışmayı, iş kazası diye yutturulmaya çalışılan işçi cinayetlerini ve bunlara karşı verdikleri mücadelenin geldiği aşamayı aktarıyorlar. Siyasal iktidarın sürekli etnik farklılık temeliyle kaşıdığı ancak başaramadığı Tekel direnişiyle ortak mücadele pratiği kazanan Türkiyeli ve Kürdistanlı işçiler tekrar buluşuyor. Bu kez çadırlar Kürdistanlı işçilerin başkentinde kuruluyor. Ama bunlar direniş çadırı değil, yoldaşların misafir çadırı…

Fırat’ın batısından yüzlerce insanda yollara düşüyor, Fırat’ın doğusunda yükselen demokratik özerk Kürdistan pratiği, Fırat’ın batısını da hareketlendiriyor. Doğudan yükselen bu güneşe kimse kayıtsız kalamıyor, Kürt halk hareketinin dinamizmi dört bir yanı etkiliyor. MSF, Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu’nun yakalamış olduğu kitlesellik ve başarının ardından kuruluş çalışmaları devam eden Demokratik Ulus Kongresi’nin teorik zemini zenginleştiriyor, yeniden inşa ediyor.

Bugün Ermeni halkının yiğit evladı Hrant dink’in doğum günü olan 15 Eylül. Kadim Ermeni halkının bir zamanlar yoğun olarak yaşadığı ve adına Dikranagert dedikleri Amed, halkların kardeşliği şiarını, faşizme ve kapitalizme karşı ortaklaşmayı yükseltecek en önemli teorik-pratik zemini bizlere sunuyor. Amed belediyesi Amed’li yazarların üç ayrı dilde yazdığı üç kitapla bizi karşılıyor.  kayıtsız kalmak mümkün mü?

21-25 Eylül 2011 tarihleri arasında Amed’de sümerpark’ta gerçekleştirilecek olan Mezopotamya Sosyal Forumu bizleri bekliyor.

Düşmanın Davos’u varsa, bizim Amed’imiz var…




15 Eylül 2011 Perşembe - Ahmet Saymadi

Beyoğlu’na Dokundurtmayacağız

Beyoğlu uzun süredir köklü bir değişme uğruyor. Sermaye kendi ihtiyaçlarına göre, yüzlerce yıllık bir kültürün mirasını, yaşam biçimini yok ediyor. Bizleri de bu talanına kentsel dönüşüm adı altında inandırmaya çalışıyor. Kentsel dönüşüm dedikleri şeyin, bütün kentin -kamusal alanları dâhil olmak üzere- sermayeye dönüşmesi olduğunu biliyoruz.

Beyoğlu için bunun birçok örneği mevcut. Anadolu Han ve Anadolu Geçidi gözümüzün önünde kaybolup gitti! Ne mi oldu? Ayakkabı (Flo) mağazası! Markiz pastanesi ve Markiz Pasajı ne mi oldu? Pastane kapandı, yerine uluslar arası bir lokantanın şubesi açıldı. Pasaj ise artık bir elektronik ürünler (Darty) mağazası. Emek sineması ne mi oldu? Kapalı, neden kapandığı meçhul! Çevresinde çeperinde ne kadar bina varsa yutan, kaçak katları ile beraber aynı zamanda,caddeye doğru şişmanlayan Demirören Plaza İstiklal’in orta yerine konduruldu. Demirören Plaza bir “Ceviz ağacı” gibi ne polis onun farkında ne de zabıta… Tıpkı Gökkafes gibi (Süzer Plaza), onu da pek fark eden olmamıştı. Ama siz sit alanı olan Beyoğlu bölgesinde evinize çivi çaksanız izin almak zorunda kalırsınız. Cezası da cabası…

Yukarıda saydığımız örnekleri çoğaltabiliriz. Beyoğlu’na renk veren onlarca işletme, lokanta, sanat atölyesi, kültür merkezi kapandı ve yerlerine uluslarası şirketlerin şubeleri açılmaya başladı. Bir şehrin kültürü, yaşam biçimi gözlerimizin önünde yok ediliyor.

Diğer taraftan, zorunlu göçle bu kente sığınmış, yoksul Kürtlerin yaşadığı Tarlabaşı boşaltılmaya çalışılıyor. Burada yaşayan yoksul halkın, göçmen işçilerin, farklı cinsel kimlikteki ve yönelimdeki insanların, Romanların, Kürtlerin yaşam hakkı gasp ediliyor. Hatırlarsınız, Tarlabaşı semtinde Kürtlerden önce yaşayan Ermeniler ve Rumlar 6-7 Eylül pogromunda buradan sürülmüş ve mülkleri gasp edilmişti. O zamanlar Gayri Müslimlere silahla-zorla yapılanlar bugün yasalarla Tarlabaşı’nda yaşayanlara yapılıyor.

Beyoğlu’na renk veren esnaflarda kentsel dönüşüm meselesinden nasibini alıyor. Belediye, holdinglerin yüklüce yatırım yaptığı Tarlabaşı projesinin yanı başında, böyle bir Beyoğlu istemiyor ve her şeyi sterilize etmeye çalışıyor, işletmelere daha lüks yerler olmalarını dayatıyor. İşletmelerin havanın uygun olduğu günlerde dükkânların önünde koyduğu masalar ve sandalyeler, hukuk kuralları çiğnenerek tutanak tutulmadan kamyon kasalarına atılıyor. Geri iadesi nasıl olacak, sağlam olarak iade edilecek mi meçhul! Belediye topladığı masa ve sandalyelerle büyük bir çöplük yaratmış durumda. İşletmelerin kendi malzemesi olan her şeyin aynı şekilde iade edilmesi gerekiyor.

Sokak müzisyenleri de bu durumdan paylarını aldı. Kışın müziklerini icra edecek yerleri olmayan ve kültür sanat merkezi olma iddiası taşıyan Beyoğlu Belediyesi, Kışın herhangi bir imkân sağlamadığı müzisyenlere, sokakları da dar etmeye çalışıyor. Birçok müzisyenin enstrümanına el konuldu. Belediye başkanının “Herkes sokakta müzik yaparsa, önüne gelen orkestra kurar” cümlesini yorumlamayı sizlere bırakıyorum.

Tüm bunların dışında Beyoğlu, Sol çevrelerin de buluştuğu bir yer. Taksim Meydanı’nın trafiğe kapatılması, meydana cami inşa edilmesi, Meydan’ın eylemlere kapatılması projesi, Sol’un Beyoğlu’ndan arındırılıp, daha muhafazakâr çevrelere yer açılması anlamına da geliyor.
Anlayacağınız Beyoğlu Belediyesi bir taşla hepimizi vurmaya çalışıyor. Sokakları boşaltarak Tarlabaşı’nı yalnızlaştırmak ve buraya yapacağı hamlenin önünü açmak istiyor. Şimdi sokağa çıkma zamanı yoksa bir sabah uyandığımızda bir böceğe dönüşmüş olabiliriz!




7 Eylül 2011 Çarşamba - Ahmet Saymadi