27 Şubat 2012 Pazartesi

Hem Hocalılıyız, hem Halepçeliyiz, hem Ermeniyiz!

Geçtiğimiz günlerde annemin: “Pazar günü Ermenilere karşı yürüyüş varmış!” cümlesi ile irkildim. Benim için, 60 yaşındaki annemin Newroz dışında bir eylemden haberdar olması başlı başına bir soru işareti taşıyordu! Annem 4 yıl önce 1 Mayıs’tan da haberdar olmuştu. Evimizin olduğu Taksim Meydanı’na yakın sokağa polis biber gazı atınca, koşuşan gençleri bizim apartmanın kapısını açarak içeri almıştı. Ertesi yıl Kazancı yokuşunun girişine kurulan polis barikatına polislere: “Açsanıza evladım geçelim” diyordu. Hâsılı, bizimle birlikte 1 Mayıs’a da katıldı.
Annem yürüyüşün duyurusunu Belediye otobüsüne asılan bir afişte görmüştü. Yürüyüşün afişi İstanbul’daki tüm belediye otobüslerine ve otobüs duraklarına, billboardlara, metro duraklarına asılmıştı. İstanbul’da yaşayan herkesin afişini görebileceği, haberdar olabileceği bu eylemin sadece görsel malzemesinin, dağıtılmasının, asılmasının ne kadar büyük bir bütçe gerektiğini hesaplayın. Afişlerin üzerinde imza yok! Sadece sosyal medya sayfalarının ve internet sitesinin linkleri var. Eylemi örgütleyen, çağrıyı yapan politik öznenin kim olduğu belli değil! Bunun arkasındaki Çapanoğlu’nun adını söylemek istemese de, AKP olduğuna adım gibi eminim!
Bir yandan Hrant Dink için kanlı gözyaşları döküp demokrat rolünü oynamak, diğer yandan böyle faşizan bir eylemi örgütlemek onlarında kanına dokunmuş demek ki!
Bu yürüyüşün alt yapısının TRT Belgesel kanalındaki “Soykırımın iç yüzü” belgeseli ile örülmeye başlandığını söylemek gerek. Belgesel gün içerisinde üç ya da dört kez gösteriliyor. Belgesel (http://www.trt.net.tr/trtbelgesel/default.asp?L=&mid=240) linkten izlenebilir. Belgesel ile ilgili konuşmaya bile gerek yok. Parası neyse ödenen satılık yerli ve yabancı akademisyenlerle de desteklenmiş belgesel. Hele bir İngiliz Tarih Profesörü var, sanırsınız AKP’nin sesi!
Yürüyüşle ilgili TRT Haber kanalında 25 Şubat Cumartesi günü bir sabah programı yapıldı. Programa Azerbaycan’dan bir parlamenter, Hocalı katliamında yaşamını yitiren bir Azeri’nin yakını ve bir Azeri sanatçı katıldı. Programda konuşmaya başlayan herkes Hocalı katliamı ile ilgili bir iki cümle kurduktan sonra, meseleyi 1915 Ermeni soykırımına ya da onların deyimiyle “Ermeni yalanlarına” getiriyordu. Ya da, Fransız parlamentosunun aldığı “Soykırımları reddedenlere ceza yasasına” geliyordu. Bu arada Fransa’da kabul edilen yasanın sadece Ermeni Soykırımının kabulü ile ilgili olmadığını, Fransa’nın kabul ettiği tüm soykırımları kapsadığını ve sadece Türkiye’nin üzerine alındığını eklemek gerek! “Yarası olan gocunur” diye bir cümle vardı, bilmem hatırlar mısınız? Hocalı’da yapılanın bir katliam olduğunu herkes kabul ediyor. Agos gazetesi genel yayın yönetmeni Rober Koptaş konu ile ilgili bir yazı yazdı. Eylemi organize edenlerin Rober’in yazısını anlayacağına dair ümidim yok ama yine de linkini verelim. (http://www.agos.com.tr/hocali-neyi-ortuyor-veya-hocali-ve-samimiyet-772.html)
Devrimciler, Sosyalistler; Hocalı’nın, Halepçe’nin, Çorum’un, 1915′in, Srebrenitsa mağdurlarıyla duygudaşlık kuruyor. Katillerinden de hesap da soruyor. Biz, aynı zamanda hem Hocalılıyız, hem Halepçeliyiz, hem Ermeniyiz. Mazlumdan yana olan, eşitlik ve özgürlük mücadelemiz dünyanın zulme uğrayan tüm haklarıyla dayanışmamızı hepimize şart koşuyor, biz Sosyalistiz! Türkiye Sosyalist Azerbaycanlılar Platformu’ndan yoldaşlar yürüyüşle ilgili yaptıkları açıklamada şöyle diyorlar: “Biz hiç bir katliamın diğerinin bahanesi olamayacağına, hiç bir acının diğerinden üstün olmadığına inanarak, Hocalı katliamının 1915`deki Ermeni olaylarıyla kıyaslanmasına, Ermeni trajedisini inkâr etmek için malzeme olarak kullanılmasına itiraz ediyoruz. Hrant Dink`in katli sonrası karanlık güçlere karşı Türkiye`deki Ermeni azınlıkla dayanışma anlamında acı ve öfkeyle dile getirilmiş `Hepimiz Ermeniyiz` sloganını sulandırmak ve geçersiz kılmak için ortaya atılan `Hepimiz Azeriyiz` önermesine itiraz ediyoruz. Bu oyuna ortak olup Hocalı katliamının bu çevrelerin siyasi malzemesi olmasına göz yummak en başta Hocalı katliamında hunharca katledilen insanların anısına saygısızlık, Hocalıların acısına vurdumduymazlıktır. Biz bu oyunun oyuncusu da, seyredeni de olmayı reddediyoruz. Yaşasın Halkların Kardeşliği…” Siz söyleyin, önümüzdeki yıl 16 Mart’ta Haleçe katliamında yaşamını yitiren Kürtlerin katledilişinin 25. Yılında nerede olacaksınız? Amerika’nın, dünyanın herhangi bir yerinde yaptığı bir katliamda nerede olacaksınız? Sizden ve duyarlı kamuoyunuzdan aynı performansı bekliyoruz! Tepkisiz kalacaksınız biliyoruz! Bari bugün de yalan söylemeyin.
Bizim için de değil, kendiniz için yılın bir günü Ermeni, Kürt ya da Alevi olmayı deneyin. Belki yürekleriniz biraz da olsa  paklanır. Önünüzde iki seçenek var; zulme kör ve sağır olmak, Mazlum halklarla kardeş olup ezilenlerle birlik olmak. Tercih sizin!


Ahmet Saymadi / 26 Şubat 212 Pazar (Birgün Gazetesi)

KÖPRÜ SİYASETİ

Bu iktidar bloğun çatlayacağını iddia edenlerin yanıldığı giderek ortaya çıkıyor.
Bunun başka bir örneğini çok yakın bir zaman önce de görmüştük. Başbakan’ın geçirdiği ameliyat sonrasında bazı yazarlar tarafından yeni lider adayları önerilmişti. Bu lider adaylarından özellikle Bülent Arınç kendini ön plana çıkarmaya çalışmıştı. Kamuoyunda, “şike yasası” olarak bilinen yasa tasarısının meclisten geçmesinin ardından süren tartışmalarda ise, Cumhurbaşkanı’nın yasayı veto etmesi, yine bazı yazarlarca yerinde bir karar olarak değerlendirilmişti. Ancak, AKP grubu, yasada hiçbir değişiklik yapmadan yasayı Cumhurbaşkanlığı’na geri göndermişti. Cumhurbaşkanı’nın onaylamak zorunda kaldığını eklemeye gerek yok!
Son olarak geçtiğimiz günlerde, özel yetkili savcıların dört MİT görevlisini ifadeye çağırması üzerine aynı tartışmalar sürdürüldü. Bu kez; “Sivil darbe” cümleleri de telaffuz edildi. Bir önceki krizde, bazı sitelere Fethullah Gülen’in görüşlerini ileten ve hayli sinirli olduğu gözlenen videolar düşmüştü. Bu kez Fethullah Gülen’in olayları izleme pozisyonunda kaldığı görülüyor. Bu sessizlik, kuvvetle muhtemeldir ki, yeni bir hamle için hazırlık bekleyişi.
Fethullah Gülen’in telkinlerinin, şebekesi tarafından tam olarak anlaşılmamış olduğu, bir önceki krizden gereken hisseyi çıkaramadıkları görülüyor. Burada, önceki çıkışlarının başarısızlığının ve AKP’nin bunları etkisizleştirmesinin hazmedilemediğini ve şebekenin giderek hırçınlaştığını iddia edebiliriz. Çünkü kısa zaman içerisinde bu denli taktik hata yapmalarını başka türlü açıklayamayız. Burada Ruşen Çakır’ın şu tespiti de yerindedir: “AKP hükümetinin ve tabii ki Erdoğan’ın gücünü yanlış hesapladıklarını; buna bağlı olarak AKP’nin kendi desteklerini asla riske atmak istemeyeceğini düşünmüş olduklarını söyleyebilirim”
AKP’nin bu tehlikeyi önceden sezdiğini, Fethullah Gülen şebekesinin gücünü sınırlandırmaya dönük taktikler geliştirdiği görülüyor. Genel kanaatin tersine Gülen Şebekesinin parlamento rubundaki gücünün az olduğu görülüyor. Hâsılı, milletvekili pazarlıklarını tam anlamıyla yapamadıkları ve meclisteki temsil güllerinin zayıf olduğu açık. Yargı ve polis örgütlenmesindeki güçlerini fazlaca önemsemişler, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün desteğini de fazlaca önemsemişlerdi. Ancak bu önemsemelerinin yersiz olduğunu son jet onayda gördüler.
Sol, iktidar bloğunun çatlamasını isterken bu ayrımı tam okuyamadı. Fethullah Gülen şebekesinin gücüne çok fazla vurgu yapıldı. Bu vurgunun yapılmasındaki en önemli gerekçenin Gülen şebekesi tarafından; Kürt Özgürlük Hareketi’ne, devrimcilere, gazetecilere, öğrencilere yapılan operasyonlar olduğunu söylemek gerek. Sol, çatlaktaki vurguyu, yargı-polis üzerinden yaparken, AKP bloğunu oluşturan diğer kesimlere karşı tepkisini öne çıkaramadı. Bu ise; AKP içerisindeki Gülen şebekesi karşıtı grubun elini güçlendirdi. Dikkat edilecek olursa, şimdilerde Gülen şebekesine karşı Sol’un ürettiği eleştirileri/kavramları kullanıyorlar.
AKP’de çatlak ortaya çıktığından beri üstünlük Tayyip Erdoğan grubundaydı ve çatlakların hepsi, Tayyip Erdoğan’ın gücünü konsolide ettiği bir manevralara dönüştü. Gülen şebekesinin yargıda ve polis teşkilatında gerçekleştirdiği faaliyetler kamuoyu tarafından da eleştirildiği için, Gülen şebekesinin tasfiyesi daha da kolaylaşıyor.
CHP, burada meseleyi doğru okuyarak, çatlağın sürmesinden yana tavır takınıyor. MİT yasasını Anayasa Mahkemesi’ne götürüyor. Kılçdaroğlu, Samanyolu TV ve Zaman gazetesinde boy gösteriyor. Bu çatlağı büyütmek için, Fethullah Gülen şebekesi ile aynı çizgide durmayı göze almış durumda.
Burada CHP, çatlağın büyümesi için ikinci bir taktik hamle daha yaptı. Cumhurbaşkanı’nın görev süresinin 7 yıl olmasını da, anayasa mahkemesine götürecek. Buradaki amaç, Abdullah Gül’ün görev süresinin kısa tutulup siyaset sahnesine dönmesini hızlandırmak ve AKP’ye karşı kurulacak yeni bir merkez sağ parti ile AKP’nin oylarını bölmek. CHP, canavara karşı yeni bir canavardan medet umuyor!
AKP, Kürdistan’da Kürt Özgürlük Hareketi’ni KCK davasıyla, Seleflerini; Ergenekon davasıyla, Devrimcileri Devrimci Karargâh davasıyla tasfiye etmeye çalışırken; “Devlet içindeki odaklarla mücadele ediyoruz, Paralel devlete izin vermeyeceğiz” diyordu. KCK ve Ergenekon davalarında desteğini aldığı ve aynı hatta siyaset yürüttüğü Gülen şebekesine karşı şimdi aynı Saikler üzerinden hamle yapıyor. AKP, her zeminde “Seçilmişleri, atanmışlara kul etmeyeceğiz” Paralel devlete yer vermeyeceğiz” diyerek, yargıda ve poliste oluşan, Gülen kadrolarını tasfiye etmeyi amaçlıyor. Kamuoyu desteği sağlamaya çalışıyor. Ancak halk artık şunu biliyor: Seçilmişleri onlar atadı, hem de başkalarını tasfiye ederek.
Ancak, üç cephede muhalifleriyle mücadele yürüten AKP, dördüncü cepheyi açmakta zorlanıyor. Mücadele ettiği cephelerden birini kapatmak veya uzlaşmak zorunda kalacak gibi görünüyor. Önümüzdeki dönem AKP politikalarındaki olası bir yumuşamayı, toplumsal muhalefetteki baskının azalmasını, Gülen şebekesine karşı mücadeleye giriştiği bu süreçte elini rahatlatmak için yaptığı bir hamle olarak görmekte fayda var.
Bunun emareleri görülüyor; Doğan Yurdakul serbest bırakıldı, Tutuklu vekillerin maaşları bağlandı, birçok davada öğrenciler tahliye edildi. Burada, Newroz öncesi, Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı bir operasyon gerçekleşmemesi ihtimalinden de bahsedebiliriz. Bütün bunların, bir taktik olduğunu görerek, rehavete kapılmak yerine, çubuğu tersine büküp, mücadeleyi daha da sertleştirip, AKP’yi köşeye sıkıştırmak gerek.
Gülen şebekesi bu iktidar savaşında karşı hamle yapmakta geç kalmayacaktır; Başbakan Erdoğan ve AKP’li bakanlar hakkında belgeler, kasetler basına sızdırılabilir, bu belgeler çok aha büyük krizler yaratabilir. Anayasa Mahkemesi’ndeki Gülenci kadrolar, Ulusalcılarla uzlaşabilir, özel yetkili mahkemeler AKP’yi kamuoyunda daha da zor duruma düşürecek tutuklama operasyonları yapabilir… Tartışmanın, Fethullah Gülen şebekesinin, 28 Şubat sürecinde diğer İslamcıları yalnız bırakmasının, hesabını sormaya kadar gidecek gibi.
Bütün çekişmeler içerisinde sadece bir tek şeyin iktidar bloğunu çatlatacağı ya da AKP’yi parçalayacağı ortaya çıkıyor; Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın görevini bırakmasına sebep olacak bir sağlığındaki ciddi rahatsızlık, Belki de sağlığı iyi giderken Turgut Özal gibi anısızın zehirlenebilir. Cumhuriyet’te oyun bitmez…
Bizimse bu çatlakları bekleyecek vaktimiz yok. AKP’ye karşı her cephede örgütlenerek, mücadeleyi büyütmek zorundayız. Çatlağı dolduramadığımız sürece, bunları ancak yorumlamakla yetiniriz.
Bu sene kar çok topladı. Erimesi, toprağa karışması, toprağın yeşermesi zaman alacak gibi. Bu zamanı iyi değerlendirmek lazım!



Ahmet Saymadi / 24 Şubat 2012 Cuma (Jiyan - Emek Dünyası - Toplumsal Özgürlük)

BUNLAR SUÇSA MİLYONLARI TUTUKLAMALISINIZ!

AKP iktidarı döneminde 2006 yılında Terörle Mücadele Kanunu'nda (TMK) yapılan değişiklikle birlikte toplumsal muhalefet odağı tüm çevreler tutuklanmaya başlandı. Düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğü kapsamına giren birçok fiil güvenlik birimlerince ve yargı organlarınca suç olarak değerlendirildi. Özellikle; TMK'nın 7. maddesi (b) bendi:"Terör örgütünün üyesi veya destekçisi olduğunu belli edecek şekilde, örgüte ait amblem ve işaretlerin taşınması, slogan atılması veya ses cihazları ile yayın yapılması ya da terör örgütüne ait amblem ve işaretlerin üzerinde bulunduğu üniformanın giyilmesi" ne yapılmak istenildiğini açıkça ortaya koyuyor.
2004 yılının Haziran ayında AKP tarafından "demokratikleşiyoruz" diyerek kaldırılan Devlet Güvenlik Mahkemeleri'nin yerine kurulan Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri, Devlet Güvenlik Mahkemeleri'ni aratır bir niteliğe büründü.
Emniyet birimlerinin her şeyi suç, herkesi suçlu gören bakışı ile hazırlanan fezlekeler, Savcıların önlerine gelen fezlekelerden oluşturduğu iddianameler, Terörle Mücadele Kanunu ve Özel Yetkili Mahkemeler hep birlikte değerlendirildiğinde içinden çıkılmaz "bağımsız" bir yargı ile karşılaşıyoruz.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, Adalet Bakanı Sadullah Ergin'in ve İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin'in beyanları Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri'nin kararlarını destekler nitellikte. Dolayısıyla Yargı bayağı "bağımsız" diyebiliriz!
Daha önceleri de yazdığımız gibi, toplumsal muhalefeti tutuklama yoluyla rehin alma/etkisizleştirme operasyonundan en çok öğrenciler etkileniyor.
CHP Malatya milletvekili Veli Ağbaba tutuklu öğrencilerle ilgili meclis araştırma önergesiverdi. Önerge 8 Şubat Çarşamba günü TBMM genel kurulunda görüşüldü.

"Devede kulak"

Veli Ağbaba, meclis konuşmasında tutuklu öğrencilerle ilgili önemli noktalara değindi. Önergeye BDP ve MHP milletvekilleri de destek verdiler. Araştırma önergesi AKP'nin karşı oylarıyla reddedildi. Alehte konuşmayı AKP'den kendisi de bir hukukçu olan Bülent Turanyaptı!
Turan tutuklu öğrencilerle ilgili şöyle diyor Turan: "Üniversitede tutuklanan öğrencilerin tutuklanma kategorileri nelerdir?  Dediğiniz gibi poşu takmak falan yok. Bakın okuyorum; adam öldürme var, uyuşturucu var, gasp var, hırsızlık var, yaralama var, cinsel suçlar var, sahtecilik var, dolandırıcılık var. Dolayısıyla, dediğiniz devede kulak olan bir şey."
Turan, BDP'nin daha önce KCK operasyonlarıyla ilgili verdiği bir araştırma önergesi için de aleyhte söz almış ve şöyle demişti: "Görüşülmekte olan bir soruşturmayla ilgili, yürüyen bir yargı işlemiyle ilgili meclise önerge vermek yasaktır."
Yani bir hukuksuzluk yaşanacak ve bu meclise taşınmayacak!
Öğrencilerin "politik görüşleri" Bülent Turan'ın dediği gibi devede kulak kadar değil, devenin kendisi kadardır!


Bu hafta iki ayrı öğrenci davası vardı. Birincisi 7 Şubat günü Çağlayan Adliyesi 16. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görüldü. İstanbul'daki çeşitli üniversitelerden 19'u tutuklu 11'i tutuksuz 30 öğrenci yargılanıyordu. İkinci dava İzmir Bayraklı Adliyesi 9. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görüldü. Bu davada Ege ve Pamukkale Üniversitelerinden 13 tutuklu 16 tutuksuz 29 öğrenci yargılanmaktaydı.
İstanbul'daki davadan sadece üç tahliye çıktı, duruşma 23 Mayıs'ta devam edecek. İzmir'deki davadan tahliye çıkmadı Duruşma 30 Mayıs'ta devam edecek. Burada öğrencilerin sorduğu şu sorunun cevabı yok: "Cezaevinde boş yere geçen dokuz ayım ne olacak! Hesabını kim verecek" AKP'ye göre cevap hazır: Tazminat!
Her iki davanın ve öğrencilerle ilgili başka iddianameleri isterse Bülent Turan'a gönderebiliriz.
Öğrencilere ait iddianamelerde adli suçlara ilişkin herhangi bir durum olmadığını belirterek bu hafta yargılanan öğrencilerin iddianamelerindeki ortak suçlamalara değinmek istiyorum: YÖK karşıtı protestolara katılmak, 8 Mart kutlamalarına katılmak, Newroz kutlamalarına katılmak, slogan atmak, Şerzan Kurt ve Ceylan Önkol anmasına katılmak, karşıt görüşlü öğrencilerin müdahalelerden ötürü kavgalara karışmak...
Burada farklı görüşten öğrenciler arasında çıkan olaylarda hem İstanbul'da hem de İzmir'de sadece Sol görüşlü öğrencilerin tutuklandıklarını belirtmek gerek. Karşıt görüşlü öğrencilere ne hikmetse polis bir türlü ulaşamıyor! Ulaşsa da, işlem yapmıyor, salıveriyor!
Öğrenciler yaptıkları savunmalarda iddianameleri net bir şekilde çürütüyorlar.
7 Şubat'ta Çağlayan Adliyesi'nde yargılanan öğrencilerin savunmalarından birini aktarıyorum "Şerzan Kurt'u* anmak suç değil. Esas suç; benim yaşımda bir genci katledip katillerini bulmamaktır". Diğer bir öğrenci ise şöyle diyor: "YÖK'ü protesto etmek suç değil, hep protesto edildi, her zaman da edilecektir. Newroz'a katılmak suçsa eğer, katılan milyonları tutuklayın!"


Öğrencilerin bir kısmının anadillerinde savunma yapmak istediklerini, mahkemenin bunu engellediğini belirtelim!
İstanbul'daki öğrencilerin yargılandığı davada Bülent Turan'ı ilgilendiren bir ayrıntı var özellikle hatırlatmak isterim! İddianamenin 19 sayfasında "20.05.2010 tarihinde Çapa Tıp Fakültesinde toplanan "Fuhuşa, uyuşturucuya, ajanlaştırmaya dur de" yazılı pankart açtıkları da görülmüştür" şeklinde bir suçlama var.
Burada Bülent Turan'a sormak istiyorum: Öğrenciler, uyuşturucu kullanmaktan, cinsel suçlardan ötürü mü yoksa uyuşturucuya/tacize karşı oldukları için mi tutuklular?
Tutuklu gazeteciler için: "Onlar gazeteci değil, terörist" diyen zihniyet, tutuklu öğrenciler için:"onlar muhalif değil, uyuşturucu bağımlısı, katil, tecavüzcü" demekten geri durmuyor.
Ancak, tutuklu öğrencilerin "Dışarıda" kalan arkadaşları/yoldaşları mücadele etmekten, gerçekleri söylemekten vazgeçmiyor. Bütün davaları izlemeye, tutuklu arkadaşlarıyla/yoldaşlarıyla dayanışmaya devam ediyor.
20 Şubat'ta Galatasaray Üniversitesi Endüstri Mühendisliği 3. Sınıf öğrencisi Cihan Kırmızıgül'ün tutuklanmasının ikinci yıl dönümünde Galatasaray Üniversitesi'nin önünden yargılandığı Beşiktaş Adliyesi'ne yürüyerek bu gerçekleri haykıracaklar. 
* Şerzan Kurt Davası'nın 11. duruşması 17 Şubat 21012 Cuma günü görülecek.







13 Şubat 2012 Pazartesi (Bianet)

GERİDE KALMAK KOLAY DEĞİL

İnsanların yaşadığı kötü bir şeyi öğrendiğimizde veya haberlerde gördüğümüzde üzülüyoruz. Ancak bu üzüntü genelde çok kısa sürüyor. Çünkü hem bir enformasyon bombardımanına tabiyiz hem de memlekette o kadar çok kötü şey oluyor ki; biz birini konuşmaya başlamadan diğeri yaşanıyor! Çok uzağa gitmeden ilk aklıma gelenler; Van depremi, Uludere katliamı, her gün bir yerden fışkıran toplu mezarlar, oğlunu aramakla geçirdiği 30 yılın sonunda oğlundan haber alamadan yaşamını yitiren analar/babalar, her gün tutuklanan insanlar... Birinden diğerine geçmek saniyeler alıyor ve her şey giderek daha da olağanlaşıyor. Devletin, kendi eliyle gömdüğü insanların, mezarlarının yerlerini 30 yıl sonra bile açıklamaması ve bunlara yenilerini eklemesi, halktan aldığı 33 canı 34 cana çıkarması, Van’daki deprem çadırlarında çıkan yangınlarda insanların yaşamını yitirmesi, insanların ömürlerinin hapislerde çürütülmesi, yoksulluğun her geçen gün daha da katmerleşmesi! Her şey ne kadar olağan; herkes ne kadar da tepkisiz öyle değil mi?

Ancak yaşanan bazı şeyler yanı başımızda oluyor ve acısı bizi hiç terk etmiyor. Çünkü bizim ya da çok yakınımızdakilerin başına geliyor. Bir sabah uyandığımızda daha dün birlikte olduğumuz arkadaşlarımızın, dostlarımızın, yoldaşlarımızın evlerinin polis tarafından basıldığını, evlerinin darmadağın edildiğini, evlerinde en kıymet verdikleri kitaplarına/notlarına suç delili diye el konulduğunu, tutuklandıklarını öğreniyoruz. Hangi suçla isnat edildiklerini, delillerin ne olduğunu ve nasıl toplandığını, iddianamelerinin ne zaman hazırlanacağını, mahkemeye ne zaman çıkacaklarını öğrenmek imkânsız! Bütün dosyalarda gizlilik kararı var. Ama sadece sanıklara var bu karar, bazı medya organlarına serbest! Geleceği görmek isteyenlere Samanyolu TV’yi, Zaman gazetesini, Aksiyon dergisini takip etmesini öneririz.


21 Eylül 2011 günü yoldaşlarımızın/arkadaşlarımızın evleri basıldı ve tutuklandılar. Hâkim karşısına ilk çıktıkları nisan ayında duruşma salonunda 15 dakika durabildiler; mahkeme heyeti dosyalarının aynı davadan daha önce alınanlara birleştirilmesine karar verdi. Yargılanmalarına 330 gün sonra ağustos ayında başlanabildi. Bugün tutukluluklarının 500. günü geride kalmış bulunuyor. Hâlâ bir bağları olmaya bir örgüte üye olmaktan yargılanıyorlar ya da yargılandıklarını düşünüyoruz! Biz dışarıda kalanlar, 500 gündür onlar için özgürlük ve adalet mücadelesi veriyoruz. Sonuç: 4.000 tutuklunun olduğu KCK davasında 3 yıl sonra 5 kişinin tahliyesi, tutuklu gazetecilerin serbest bırakılması bir yana sayılarının 105’e yükselmesi, 500 olan tutuklu öğrenci sayısının 600’e doğru çıkması, tutuklanan Kürt siyasetçilerin kaydının bile tutulamaz hale gelmesi! Tutuklanmak ne kadar olağanlaşıyor, herkes ne kadar da tepkisiz öyle değil mi?

Başbakan 2012 yılının ilk ulusa sesleniş konuşmasında “Tutukluluk meselesine ilişkin yeni bir çerçeve çizdik. Tutuklamanın alternatifi olarak, adli kontrol tedbirinin kapsamını genişletiyoruz. Ayrıca, tutuklama kararının verilmesini zorlaştırıyoruz. Kuvvetli suç şüphesi, tutuklama nedenlerinin varlığı, tedbirin ölçülü olup olmadığı artık güçlü şekilde gerekçeli olacak” derken, 31 Ocak 2012 tarihinde AKP grup toplantısında ise şöyle diyor; “Açık söylüyorum, kim illegaliteye bulaşırsa, kim terör örgütü ile içli dışlı olursa, kim hak hukuk tanımazsa, yargı da gider gereğini yapar. Kimsenin hukuk karşısında imtiyazı yoktur. Kimseye de ayrıcalık yapılamaz. Askerimizle, polisimizle, jandarmamızla, tüm istihbarat ve güvenlik birimlerimizle yürüttüğümüz başarılı mücadele kesintisiz sürecektir, buna ara vermek yok. Terör olduğu sürece, terörle mücadele de olacaktır. Kimsenin de güvenlik güçlerimizin motivasyonunu kırmasına izin vermeyeceğiz.”

TMK’nın 6. maddesine göre, herkes illegaliteye bulaşmış durumda zaten! Biz sadece daha iyi bir yaşam için mücadele ediyoruz, devlet ise bize karşı terör üretiyor. Başbakan haklı, bizim hukuk karşısında hiç bir imtiyazımız yok! Ama polis muhbiri Erhan Tuncel’in, gazeteci Hüseyin Üzmez’in, Sevag Balıkçı’yı katleden askerlerin, Şerzan Kurt’u öldüren polislerin imtiyazı var.

Devlet tarafından tehdit olarak algılanmak, tehdit edilmek, zulme maruz kalmak, tecrit edilmek demokratlar/devrimciler açısından yeni bir şey değil. Devrimci ve demokratlar her dönem devlet şiddetinin muhatabı oldular. Bugün sadece şiddetin formu değişti. İnsanların sokak ortasında öldürüldüğü, kaybedildiği, işkencelerde katledildiği yılları genç yaşımıza rağmen biz bile hatırlıyoruz. Devrimciler hep yangında ateşe ilk atılacaklar listesindeydiler.

Türkiye’de 68 kuşağının en önemli devrimci kadınlarından İlkay Alptekin Demir’le yapılan bir röportajda, dostu/yoldaşı Mahir Çayan’ın ardından aklımdan çıkmayan şu cümleyi kuruyordu:  “İtiraf etmekte yarar var, geride kalmak kolay değil…” Bizim için de birlikte mücadele ettiğimiz arkadaşlarımız rehinken geride kalmak hiç kolay değil. Dostluğun, dayanışmanın vefası yanı başımızda.

Bizim için, birbirimizin gövdesine can olmaktan başka yapacak bir şey yok! Sokaklarda olmaya, direnmeye, dayanışmaya devam edeceğiz. 6 Şubat’ta Beşiktaş Adliyesi’nde 500 gündür tutsak olan yoldaşlarımızın omuz başında olacağız!




05 Şubat 2012 Pazar (Birgün Gazetesi)

KİMSESİZLER ÜLKESİ

Diyarbakır'da, şehir merkezi sayılabilecek Dağkapı Dörtyol'da yollardan biri Saraykapı'ya gider. Kuşbakışı bakıldığında bir kalkan balığını andıran Tarihi Diyarbakır surlarının içinde, balığın baş kısmı gibi görünen İçkale'ye açılan kapıdır Saraykapı. Diyarbakırlılar için Saraykapı civarında önemli birkaç yer bulunur: bir zamanlar dedemin de yattığı eski cezaevi, eski adliye sarayı, Hazreti Süleyman camisi ordadır.
Biz çocukken birkaç pavyon ve genelev o taraflarda olduğu için hiç bilmezdik Saraykapı tarafını. Çok sonra öğrendik, Saraykapı'dan girilen İçkale, içdevletin Diyarbakır'daki karargâhıymış meğer.
İçkale'deki tarihi binalar, olağanüstü hal valiliği döneminde jandarma istihbaratın kullanımına tahsis edilmiş ve İçkale Diyarbakır'da kontrgerilla faaliyetlerinin merkezine dönüştürülmüş.  İnsanların sokak ortasında vurulduğu, işkencelerden geçirildiği, gözaltına alındıktan sonra kaybedildiği yıllarda katledilen insanların mezarları dahi bilinmiyordu. Devlet tarafından katledilen insanların birçoğunun topluca gömüldüğü son yıllarda insan hakları derneklerinin çalışmalarıyla ortaya çıkarıldı. Koca bir coğrafya "toplu mezara" dönüştürülmüştü. Toprağı sıksan fışkıracak...
Diyarbakır İçkale'de yapılmakta olan restorasyon çalışmaları başka bir gerçeği ortaya çıkardı; kazılan yer aslında bir toplu mezardı. Devletin katilleri, öldürdükleri insanları gömerken uzağa gitmek istememişti.  Katlettikleri insanları her gün işe gidip geldikleri, mesai yaptıkları binanın yanındaki yapının etrafına gömmüşlerdi. Yaşadıkları yeri cehenneme çeviren bu katiller, işyerlerini mezarlığa dönüştürmüştü. Kontrgerilla elemanları aynı zamanda mezarlık görevlisi olarak çalışıyordu. Yakın tarihte Hizbullah'a ait bir örgüt evinin bodrum katından da kemikler çıkarılmıştı. Hizbullah ve devlet katlettiği insanları gömmekte aynı yöntemi kullanmıştı.
İşçilerin kazı yaptığı alanı, Diyarbakır'da faili meçhul cinayetleri soruşturmakla görevli özel yetkili savcılar incelemeye başladılar. Savcılığın gizlilik kararı aldığı 20 metrelik kazı alanında 15 insana ait kafatası ve kemiklere rastlandı. Savcılar çıkan kemiklerin fazlalığı sebebiyle, İçkale bölgesinin tamamını kazma kararı aldılar. Savcıların yaptığı bu çalışma Adalet ve Kalkınma Partisi'ne (AKP) yakın medya tarafından büyük puntolarla verildi. AKP, kendisinden önceki hükümetlerin karanlık tarihiyle yüzleşiyor algısı yaratılmaya çalışıldı.
AKP, şehir merkezinde kimseden saklayamadığı ve işçilerin bulduğu bu toplu mezarı açmakla uğraşıyordu.  Ancak başka yerlerdeki toplu mezarları kepçeyle açıp yok etmeye çalışıyordu.
Askeri operasyonlar sonucu 15 Aralık'ta Bingöl'ün Yayladere İlçesi'nde yaşamını yitiren sekiz PKK'li gerillanın cenazesi, 17 Aralık 2011 tarihinde İstanbul Adli Tıp Kurumu'na getirilmişti. Cenazeler tanınmayacak hale getirildikleri için kimlikleri haftalardır tespit edilememişti.
Ailelerin vermiş oldukları DNA örneklerinin sonuçları beklenirken, cenazeler, gizlice kimsesizler mezarlığına gömüldü. Defin işleminin geçtiğimiz Cumartesi günü gerçekleştirildiğini, İnsan Hakları Derneği (İHD), Mezarlıklar Müdürlüğü'nden öğrendik.
Bir yandan özel yetkili savcılarca açılan toplu mezarlara rastlanırken, diğer yandan yaşamını yitiren başkaca insanların topluca gömüldüğüne şahit oluyoruz. AKP, bir yandan mezar açarken, diğer yandan yeni mezarları kazıyor.
PKK'ye karşı, politik olarak bir adım daha öne geçmek için, uluslararası anlaşmaları hiçe sayıp kimyasal silah kullandığı iddia edilen AKP, Gerillaların halka tarafından sahiplenildiği cenaze törenleri yapılmasına, taziye çadırları açılmasına, engel olmak için insani normlardan uzaklaşıyor. Ailelere çocuklarının naaşını bile teslim ve insanların evlatlarına karşı son görevlerini yapmasına sadece politik çıkarları için engel oluyor.
Bugün gözlerimizin önünde gömülenlere ses çıkarmadıktan sonra, eski acıları dindirmeye çalışmak kimi zaman anlamsızlaşıyor. Esas olan bugünün zalimine karşı durmak ve yeni acıları yaşanmasına mani olmak... Durum böyle olunca adli tıp kurumları adalet nöbeti tutulması gereken yerlere dönüşüyor!
Sokak ortasında öldürülen, öldükten sonra değeri anlaşılan anısı için on binlerce insanın sokağa çıktığı Hrant'ın bile adliye koridorlarında yalnızlaştırıldığı düşünüldüğünde, mazlumdan yana, mezar kazıcılara karşı safları sıklaştırmak daha bir önem kazanıyor...

22 Ocak 2012 Pazar (Bianet)

29 Ocak 2012 Pazar

HASTALANMAK ZOR İŞ!

Hastalanmak zor iş!

Uzun zamandır klavyeden parmakları kaldırmadan, içimden nasıl geldiyse öylece, analiz yapmadan, politika içermeyen yazı yazmamışım! Özlemişim böyle yazmayı.

Hrant Dink’in son duruşmasında, hâkim kararı açıklayınca, adı Ümit olan yakını bir kadın sinir krizi geçirdi ve mahkeme heyetine bağırdı. Hâkim gözaltına alınmasını istedi. Avukatlar ve salondakiler vermedi. Salonun çıkışında, bu davadan böyle çıkmamak için, duruşma salonun önünde slogan atmaya başladık “Katil devlet hesap verecek” diye. O kadar öfkeyle ve sıkça atmışız ki sloganı,  mahkeme önü Agos’a yürüyüş derken o gece ses gitmiş.

19 Ocak’ta Taksim’den Agos’a yürüyüş orada soğukta geçen saatler, üzerine ertesi gün Çayan’ın doğum gününde içilen buzlu rakılar derken bizim ses hepten gitti. Bir de grip salgını eklenince hepten şifayı kaptık. Ihlamur, nane, limon kaynatmaya bile başladım.

Bizim ev Cihangir’deki yegâne sobalı binada sanırım. Manzara iyi, ev büyük ama yılın üç ayı çok soğuk oluyor. İşte o mübarek üç ayların ikincisindeyiz. Biladerler annemlere kaçtı soğuktan. Ben de yer değiştirmeyi pek sevmediğimden, evde kaldım. Evde geçen bir hafta da dizi mütehassısı oldum denilebilir.
Diziler genelde zenginlerin evlerinde geçiyor, çok entrikalı hayatları var bunların, işler tam çözülecekken birbirine giriyor ya da herkes birbirini yanlış anlıyor. Bu yanlış anlaşılma kaç bölümde normale dönüyor anlamak mümkün değil. Tam doğru anlıyorlar, bu sefer de başka karakterler birbirini yanlış anlıyor. Birbirini yanlış anlayan anlayana! Niye kimse birbiriyle konuşmaz.

Bir de çok zevksizler; evleri kocaman, eşyaları da kocaman. Ne kadar gereksiz şey varsa evlerine doldurmuşlar. Oysa yoksul evleri öyle mi! İhtiyaç fazlası şey bulmak zor gibidir. Sadece dillere pelesenk olan “vitrin” vardır.

Babam için diye bir dizi var, fena değil gibi. Dekan yardımcısı bir adamın, nasıl da kızlarını dövdüğünü, hayatlarını zehir ettiğini anlatıyor. Genelde böyle şeyleri yoksuların hanesine yazan dizilerden değil. Ama o dizide sarpa sarmaya başladı.

Yalan Dünya, pek eğlenceli. Olgun Şişek döktürüyor. Orçun pekiyi. Cihangir zibidileriyle dalga iyi dalga geçiyorlar. 

17 Ocak 2012 Salı

ADALET BU DAVANIN NERESİNDEYDİ Kİ!

ADALET BU DAVANIN NERESİNDEYDİ Kİ!



19 Ocak 2007 tarihinde katledilen Hrant Dink; dün bir kez daha katledildi.  Mahkeme heyeti, Hrant Dink davasında 5 yıl süren uzun yargılama sürecinde, 25. Duruşmanın sonunda kararını açıkladı. Yargıtay’a yapılacak itiraz, Yargıtay’dan/mahkeme’den gelecek kararın AİHM’e gitmesi, süreci hukuki olarak devam ettirecek evreler olacak. Belki de dava bundan sonraki evrelerde daha fazla tartışılacak.

Bütün duruşmalara bu davayı takip ettiğimizi, katillerin ve azmettiricilerin peşini bırakmadığımızı belirtmek için gittik. Bugünkü duruşma ise kararın açıklanacağı duruşma olması sebebiyle, herkes tarafından çok daha fazla önemsendi. Son ana kadar mahkeme önünde yüze yakın insan beklemekteydik.

Açıklanan karara duruşma salonundaki herkes çok şaşırdı! Nasıl böyle bir karar verilebilirdi? Birçok insan gözyaşlarına hâkim olamadı, öfkelenenler oldu. Bir grup ise, alkışlarla kararı protesto etti ve “Katil devlet hesap verecek” sloganını mahkeme koridorlarında haykırmaya başladı. Bu ses, bu Devrimci öfke dışarıda yankı buldu… Oysa, şaşkınlık anlamsızdı, kararda şaşırılacak bir şey yoktu!

Ogün Samast: cinayetin hemen ardından cep telefonunu ve tabancasını yanından ayırmadan, İstanbul’dan bir akraba ziyaretinden döner gibi otobüse atlamış, memleketine dönmeye karar vermişti. Özgüveni tamdı. Kamera kayıtlarının ortaya çıkmasından sonra yakalanmış, yakalayan güvenlik görevlileriyle Türk bayrağı önünde gururla resimler çektirmeyi ihmal etmemişti. O güvenlik görevlilerine ne mi oldu?

Ogün Samast, yargılama sürecinde montunu ve beresini attı, takım elbise giymeye başladı, cemiyet hayatına yakışır bir katil olmaya özen gösterdi. Biraz çelimsizdi, cezaevinde semirtildi. Terörle Mücadele kanunu kapsamında, 15-18 yaş grubu çocukların özel yetkili ağır ceza mahkemelerinde yargılanmasına ilişkin maddenin değiştirilerek, çocukların, çocuk mahkemelerinde yargılanmasını sağlayan maddeden ilk faydalanan o olmuştu. Kürt çocukların ise bir kısmı salıverilmiş, 18 yaşlarını doldurmalarına müteakip tekrar tutuklanmışlardı. 12 Eylül cuntacılarının 17 yaşındaki Erdal Eren’i idam etmesinin ardından devletin itibarının zedelenmesini istemeyen AKP, 17 yaşındaki Ogün’e gereken hassasiyeti göstermeyi ihmal etmemişti! Ogün Samast şimdi ne mi yapıyor? Avukatı ortada bir örgüt olmadığı için saatler önce tahliyesini istedi bile!

Yasin Hayal: Hayatı boyunca şiddetle iç içe olmuş bir BBP üyesi. Trabzon’un Pelitli ilçesinde katil adayı ararken Ogün’ü bulmuştu. Ogün Samast’ın “Onu bana niye öldürttün?” dediği şahıstı Yasin Hayal. Mahkemelerde dink ailesine sataşan, tehdit eden, son olarak savcıya küfürler yağdıran Yasin Hayal’inde kendine güveni tamdı. Mahkeme heyeti Yasin’in güvenini boşa çıkarmadı! Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası aldı. Bir süre sonra “adli suçlulara” çıkarılacak aflarla aramıza döner.  Nasıl olsa örgüt üyesi değil. Yasin Hayal; 1 Mayıs’a, 8 Mart’a, Newroz’a arkadaşlarıyla katılmadı ki, örgüt üyeliğinden yargılansın…

Erhan Tuncel; Trabzon emniyet müdürlüğüne bağlı çalışan, BBP üyesi bir polis muhbirdi. Yasin Hayal’i yakından takip etmiş, faaliyetlerini gerekli birimlere bildirmişti. Ancak takip ederken, katillerin işini kolaylaştırmayı ihmal etmemiş, internetten maktulün resimlerini indirip çoğaltarak katillere dağıtmıştı. Emniyet Müdürlüğü’de başından beri Tuncel’e sahip çıkmıştı. Katliamın kilit ismi Erhan Tuncel ne mi oldu? Tahliye edildi! Şimdi 2. Vatani görevini yapmak üzere askerlik şubesinde…
Muamer Güler: dönemin İstanbul valisi. Hrant Dink, onun valiliği döneminde Mit ajanları tarafından valiliğe çağrılarak tehdit edilmişti. Hrant Dink’in öldürülmesine dair gelen bilgilere karşı herhangi bir işlem yapmamıştı. Muammer Güler ne mi oldu? Fethullah Gülen Cemaati’nin önemli bürokratlarından olan Güler, terfi ile önce Kamu güvenliği müsteşarı, sonra AKP Mardin milletvekili oldu! …

Celalettin Cerrah: dönemin İstanbul emniyet müdürü. Katliamdan bir gün sonra “ortada bir örgüt yok” demişti. İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nden terfi ettirilerek Osmaniye Valiliği’ne atanan Celalettin Cerrah, 5 yıl sonra haklı çıktı!
Ramazan Akyürek: dönemim Trabzon Emniyet Müdürü. Görev yaptığı dönemde; McDonald’s bombalandı, KTÜ Öğretim Üyesi Doç. Hicabi Cındık öldürüldü, KTÜ’den Prof. Dr. Sadettin Güner ve üç yaşındaki oğlu çapraz ateşle öldürüldü, TAYAD üyeleri yüzlerce kişi tarafından linç edildi, Santa Maria Kilisesi’nin rahibi öldürüldü. Ramazan Akyürek, Erhan tuncel’i başından beri sahiplenmiş, Tuncel ile ilgili mahkemeye; “Erhan Tuncel muhbirliği 2 ay önce bırakmıştır.” imzalı bir yazı yollamıştı, oysa Erhan Tuncel hala görevdeydi!  Ramazan Akyürek ne mi oldu? Fethullah Gülen cemaatinin emniyet müdürlüğü içerisindeki en önemli ismi olan Akyürek, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı’na terfi ettirildi!  
Trabzon’daki ve İstanbul’daki emniyet görevlilerinin başından beri bildiği, Ankara’daki ilgili makamları haberdar ettiği ama kimsenin önlem almadığı, bilgilerin her yerde olduğu ama mahkeme tarafından istenilmesiyle birlikte imha edildiği bu katliam, devlet içindeki örgütlü güçlerce gerçekleştirildi. Katiller AKP tarafından 5 yıl boyunca korundu, bundan sonra da korunmaya devam edecek.

Hrant Dink’in katledilmesinde; hem AKP içerisindeki, hem de AKP dışındaki güçler yer almıştır. AKP, devlet geleneğini sürdürmeyi bilmiş ve 5 yıl boyunca katilleri korumuştur. Dava sonunda sadece; bir yarı deliyi ve tetiği çekeni cezalandırmıştır.

12 Eylül 2010 tarihinde yapılan anayasa değişikliği referandumunda, halkı yargı bağımsızlaşacak, diyen AKP, referandumda sol liberallerin “yetmez ama evet” kampanyası ile HSYK’da Adalet Bakanlığı’nın listesinin blok olarak seçilmesi ile tüm yargıyı kontrolü altına almıştır. AKP, Oda Tv, KCK, Devrimci karargâh davaları, öğrencilerin ve gazetecilerin tutuklanmaları ile yargının ne kadar adil işlediğini ortaya koymuştur. Uludere ve Kazan vadisi katliamlarıyla ise faşizan yüzünü tam anlamıyla ortaya koymuştur.

Adaletsizliğin ve eşitsizliğin hoyratça hüküm sürdüğü bu dönemde, AKP’den adalet beklemenin ne kadar anlamsız olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır. AKP politikalarından medet uman ve itibarını uzun zaman önce kaybeden sol liberallere, referandumdan sonra balkon konuşmalarında teşekkür edilen "yetmez ama evetçilere" sormak lazım: bu adalet size yeter mi? Azalan itibarları, mahkemenin kararını açıklaması ile tamamen bitmiştir! Hedef saptırma, AKP dışındaki odakları işaret etme politikası iflas etmiştir.

Safların sıklaşacağı zeminin sloganı ise belirginleşmiştir: Kahrolsun AKP faşizmi! Yaşasın Devrim ve Sosyalizm!

Ahmet saymadi / 18 Ocak 2012 Çarşamba








11 Ocak 2012 Çarşamba

KÜRT MEMET NÖBETE

KÜRT MEMET NÖBETE




Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne dek, kabaca laik ulusalcılar ve muhafazakârlar diye tabir edebileceğimiz güçler arasında bir mücadele sürüp geldi. Bu mücadelenin 2002 yılında başka bir yere evrildiğini, AKP’nin tek başına iktidar olmasıyla her şeyin değiştiğini söylemek mümkün.  2002 genel seçimlerinde AKP’de oluşan iktidar bloku, ustaca hamlelerle ve ABD’nin de icazetiyle, bugün; gücünü ne zaman kaybedeceği merakla beklenen bir tiranlığa dönüşmüş durumda. En iyi ihtimallerde bulunanlar bile 2013 yerel seçimlerini ve 2015 genel seçimlerini alacağına şimdiden kesin gözüyle bakıyor.

Türkiye’de devrimci güçlere karşı yapılan 1971 muhtırasının ve 1980 darbesinin ardından devrimci hareketin önünü kesmesi için, muhafazakârların işinin hayli kolaylaştırdığını hatta önlerinin açıldığını söylemek mümkün.  1980’den sonra; ANAP iktidarlarında kendine daha fazla yer bulan, giderek gücünü arttıran, sermaye ile ilişkilerini geliştiren, hatta kendi sermaye gruplarını oluşturan başka bir muhafazakârlık gelişti.

Daha radikal muhafazakârlar ise Milli görüş geleneğinin devamı olan Refah partisiyle yerel yönetimlerde deneyim kazandılar, güçlerini arttırdılar.  28 Şubat’ın ardından,; REFAH, ANAP, DYP, MHP kadroları içerisinde yer alan muhafazakârlar, kendileriyle ortaklaşabilen diğer güçlerle ittifak yaparak AKP’yi kurdular. AKP, 2002 seçimlerinde %34, 2007’de ise %47 oy aldı. Bu onların devleti yönetme kabiliyetlerini ispatladı, toplum nezdinde meşruiyetlerini kazanmalarını sağladı ve uluslararası arenada itibarlarını arttırdı.

Devlet aygıtının eski sahiplerinin elinde ise sadece ordu ve yargı kalmıştı.  2002 yılında genelkurmay başkanı olan Hilmi Özkök ordunun AKP ile uzlaşmasına, ordunun AKP kontrolüne geçmesine ivme kazandırdı. Yaşar Büyükanıt ise, Özkök ile başlayan uzlaşma zeminini 2007’deki Dolmabahçe toplantısıyla perçinledi. Araya sıkışan İlker Başbuğ’un ve Işık Koşaner’in genelkurmay başkanlıkları dönemlerini de ustaca hamlelerle atlatan AKP, Nejdet Özel ile birlikte istediği genelkurmay başkanına kavuştu. AKP, ordu ile yaşanan tüm krizleri gücünü konsolide ettiği manevralara çevirmeyi bildi.

Yargıdaki, güçlerini de giderek kaybeden ulusalcılar, 12 Eylül 2010 referandumundan sonra yapılan HSYK seçimlerinde Adalet Bakanlığı’nın listesinin seçilmesi ile güçlerini tümden kaybettiler. AKP, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nden devşirdiği Özel yetkili ağır ceza mahkemelerini de bir zamanlar kendisine karşı kurulan İstiklal mahkemeleri gibi kullanmayı ihmal etmediler.

Son olarak, İlker Başbuğ’un tutuklanması güç dengelerinin başka bir boyut kazandığını gösterdi. AKP, kimseyi umursamadığını, her an herkese “dokunabileceğini” göstererek siyasi muhaliflerine son restini çekti. Buna AKP’li bakanların hemen her konu hakkında umursamaz, pervazsız açıklamalarını da ekleyebiliriz!
Ancak bu kavgada ortaklaştıkları meseleler de mevcut! Cumhuriyet tarihi boyunca ulusalcılarla muhafazakârların üzerinde uzlaştığı üç şey var: Kürt halkına, Devrimcilere ve kadınlara/eşcinsellere uygulanan şiddet! Her ikisi de Kürt halkının boyunduruk altında tutulmasında, burjuvazinin çıkarlarının korunmasında ve cinsiyetçilikte hemfikirdir. O sebeple her ikisinin de en nefret ettiği cümledir: “Ulusal, Sınıfsal, Cinsel sömürüye hayır” Her ikisi de varlığını bu üç ayaklı sömürüye borçludur. En çekişmeli oldukları anlarda bile bu meselelerde ortak tavır aldıklarını görebilirsiniz.

Muhafazakârlarla mücadelede güç kaybeden ulusalcılar, Son zamanlarda AKP’ye karşı işbirliği arayışına girdiler. Her devrin partisi ve hep güçlüden yana olan MHP ile işbirliğinden ziyade MHP’nin tabanını çekmeye oynuyorlar. Sosyalistler arasında ise AKP gibi bir güç karşısında, ulusalcılarla işbirliği yapmayı tercih edecek olanların ortaya çıkacağı aşikâr…

Bu ittifak arayışında ulusalcılar açısından kesinlikle kazanılması gereken güç ise; Kürt Özgürlük Hareketi. Hatta uzun zamandır bu konuyla ilgili çaba sarf ediyorlar.

Zor durumda kaldıklarında, birlikte olmaktan en imtina ettikleri güçlerle işbirliği yapmaktan çekinmeyecek olan ulusalcılar bu konuda çok tecrübeliler. Onlar için başarı sayılacak olan ve ulvi amaçlarına hizmet eden bu ittifaklar, karşılarındakiler için çok acı sonuçlar doğurabiliyor.  İttihat ve Terakki cemiyeti, Abdulhamit’e karşı giriştiği iktidar mücadelesinde ilk olarak, Ermeni halkının Taşnak Sutyun partisi ile ve Kürt Teali Cemiyeti ile ittifak yapmış ve bu ittifakın İttihat’ın istediği sonuçları doğurmasından sonra; önce Ermeniler kırıma uğramış, ardından Kürtler kırıma uğramıştır.

Kürt Özgürlük Hareketi dönem dönem ulusalcılarla görüşmelerde bulunmuş, ulusalcıların ateşkes çağrılarına Hareket tarafından olumlu yanıt verilmiş hatta 1 Eylül 1999’da  “sınır dışına Çekilme” kararı da alınmıştır. Ancak, sınır dışına çekilme esnasında TSK tarafından operasyonlar yapılmış, birçok Kürt yaşamını yitirmiştir. 1991 Genel seçimlerinde SHP listelerinden seçilen Kürt vekiller mecliste yalnız bırakılmış, partiden istifaya zorlanmış, ardından dokunulmazlıklarının kaldırılmasıyla cezaevine konulmuştur.  Şimdi kürekleri çekmeye çağrılanların, ihtiyaç kalmayınca gemiden ilk atılacaklar listesine yazıldığını biliyoruz.

Yazılarında, eskiden birlikte mücadele ettiği Kürt arkadaşlarına selam yollayanların, CHP’yi ve BDP’yi ortak mücadele etmeye çağıranların, geçmişteki acı deneyimleri gözden geçirmelerinde fayda var. Yapılacak çağrıların doğru bir yerden yapılması şart. Cinsiyetçilikle, milliyetçilikle, burjuvaziyle mücadele ederken ortaklaşılan bir zemin var. İttifak, çağrısında bulunurken bile, kendi zeminlerine çağırıp, Kürt halkının taleplerinden vazgeçmelerini talep ediyorlar.   

Ayrıca, bu aralar sık sık verdikleri Mevlana’nın üç öküz hikâyesindeki öküzlerden birisi ulusalcılar değildir. Güçlerini birleştirmesi gerekenler; ezilen halklar, işçi sınıfı ve kadın kurtuluş/LGBT hareketidir. Ulusalcılar olsa olsa bu kavganın karşı saflarında yer alan kurtlar olabilirler. Biz o hikâyenin “Ermeniyi dövdürtmeyecektik” versiyonundan alacağımız dersi aldık!

Ahmet Saymadi / 11 Ocak 2011 Çarşamba



















6 Ocak 2012 Cuma

SIRANIN KİME GELECEĞİNİ KİM BİLİR!

SIRANIN KİME GELECEĞİNİ KİM BİLİR!


Özgür Gündem gazetesinin 2 Ocak tarihli sayısının forum sayfasında Serra Hakyemez ve Önder Çelik imzası ile yayınlanan yazıyı, bir arkadaşımın üye olduğumuz e-posta grubuna yollaması ile okuma fırsatı buldum.  Yazıya genel itibariyle katıldığımı belirtmekle birlikte bazı eleştirilerim var, bunu hem yazıyı kaleme alanlarla hem de yazıyı okuyanlarla paylaşmak istedim.

Türk ve Müslüman kimliğinin diğer kimlikler üzerindeki tahakkümü ve burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki tahakkümü üzerine kurulu Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığı bir hukuksuzluktur. Türkiye’de resmi ideoloji bu tahakküm ilişkilerinin devamı üzerine kurulmuştur. Bütün hukuk kuralları; halkın ürettiği değerlerin burjuvazinin zenginleşmesine ayrılması, halk yığınlarının sömürülerek yoksulluk içinde yaşaması, ezilenlerin değil sömürenlerin hakkının korunması üzere tesis edilmiştir.

Hukuk ikincil olarak; Kürt, Ermeni, Süryani, vb. etnik kimliklerin yok sayılması ve Türkleştirilmesi, gayri Müslimlerin ve Alevilerin inançlarının yok sayılması ve Müslümanlaştırılmasının aracı olmuştur. Bu minvalde Türkiye Cumhuriyeti Devleti; egemenlerin hakkını savunan, sömürünün devamını sağlayan bir kurum işlevi görmüştür. Devletin hukuk kuralları, alt yapı ilişkilerinin, etnik/inançsal hiyerarşinin düzenleyicisi ve koruyucusudur. Bunu Anayasadan başlayarak tüm kanunlarda görebiliriz.

Tablo böyle olunca;  tüm ezilenlerinin verdiği mücadele meşruluk kazanmaktadır. Bu mücadele ise; mevcut hukuk kurallarının içerisinde de verilebilir, hukuk kurallarının reddi ile dışında da verilebilir. Bunun belirleyeni, ezilenin öfkesi, iradesi ve gücüdür. Ezilenler verdikleri mücadeleyi hukuk kuralları içerisinde teşkil ettiklerinde, muktedirler tarafından kontrol edilme riski ile karşı karşıyadırlar. Bu yasallık, politik özneye görünürlük kazandırıp toplumsallaşmasını hızlandırır. Ancak rejimin selameti açısından tehdit oluşturdukları anda derdest edilirler, derdest edilemedikleri hallerde, muktedirin kendi koyduğu hukuk kurallarını çiğnemekten geri durmayacağı tecrübeyle/tarihle sabittir.

Ezilenin verdiği Mücadelenin, yasaların koyduğu çerçeve dışında yapılanması halinde ise; politik öznenin devletin zoru ile mücadelenin her safhasında karşılaşmayı göze aldığı ve şiddetle karşılaşmasının sistem içerisinde yer alan yurttaşlarca makul bulunacağı açıktır. Yurttaşların tepkisi genelde şiddetin boyutuyla ve yöntemiyle ilişkili olacak, uygulanan şiddetin kendisi sorgulanmayacak en fazla mevcut insan hakları çerçevesinde olması tartışılacaktır. Buradan; yasal alanın dışında hareket etmeyi tercih eden politik öznenin, görünür olmayacağı, toplumsallaşamayacağı gibi bir anlam çıkarılmamalıdır. Yasal alanın kısıtlılığı, devlet şiddetin dozu burada belirleyici olabilecek, kimi zaman yasadışı/silahlı mücadele çok daha olumlu sonuçlar doğurabilecektir.

Yasadışı mücadelenin meşru bulunacağı en önemli zemin ise; mücadelenin dayandığı toplumsal kategoriler ve onun stratejik ortaklarıdır. Ancak her halükarda, mevcut hukuk kuralları içerisinde hareket eden ve stratejik ortaklık durumu bulunmayan diğer muhaliflerin, yasadışı mücadeleyi sorgulama, gayrimeşru ilan etme hakkı yoktur. Tercih konusu olacak tek şey, bu mücadele biçiminin içinde olup olmamaktır. Bunun dışındaki sorgulamaların kitleleri düşüreceği yer ezenin saflarıdır!

Türkiye’de ve Kuzey Kürdistan’da; egemenlere karşı mücadele en az Cumhuriyetin tarihi kadar eskidir ve bu mücadelede hem yasal alan hem de yasa dışı alan kullanılmıştır. Her iki zeminde de verilen mücadele; kahramanlıklarla/hainliklerle, zaferlerle/yenilgilerle doludur. Türkiye’deki devlet geleneğinin köklü oluşu, politik öznelerin arasındaki rekabet, sürekli/ağır cunta koşulları her iki zeminde ayrı ayrı mücadele veren birbirinden farklı büyük örgütlerin erimesine sebep olmuştur.

Türkiye’de, 12 Eylül askeri cunta yönetiminin ardından Türkiye’de sosyalistler uzun süre yasadışı alanda faaliyet yürütmeye devam etmiş, doksanlı yıllardan itibaren de yasal zeminde faaliyet yürütmeye ağırlık vermişlerdir. Kuzey Kürdistan’da ise, Kürt Özgürlük Hareketi ağır cunta koşullarında tarihinin en büyük örgütünü çıkarmış ve Kürt halkının en küçük birimlerine kadar işleyerek büyük bir toplumsallık kazanmıştır. Hareketin toplumsallaşması ve gücü Türkiyeli sosyalistler açısından da büyük bir deneyimi ortaya çıkarmıştır.

Kürt Özgürlük Hareketi ile, Türkiyeli sosyalistlerin ilişkisi ise bir blok şeklinde olmamış, sosyalistlerce farklı tutumlar sergilenmiştir. Bazı sosyalist yapılarla,Yasa dışı zeminde 1980’li yılların başlarında Faşizme Karşı Birleşik Cephe pratiği yaşanmıştır.  Yasal zeminde kurulan, Kürt halkının özgürlüğünü birincil gündem olarak alan siyasi partilerle  sosyalistler seçimlere çok defa blok halinde girmişler ve stratejik ortaklık zeminini inşa etmeye gayret göstermişlerdir.

Sosyalist hareketlerde başka bir kanadı teşkil eden bazı siyasetler; resmi ideolojinin/Kemalizmin etkisinden kurtulamamış, Kürt halkının özgürlüğü meselesinde neredeyse egemenlerin söylemine yakın bir dil kurmuşlardır. Kürt halkının tüm taleplerini “Devrimden sonraya” erteleyen, kimi zaman yok sayan bu görüş, Kürt halkı tarafından kabul görmemekle birlikte pratik olarak ta Kürt sorununa herhangi bir çözüm sunmamaktadır. Diğer bir kanat ise, Mevcut iktidarlardan medet ummuş, kimi zaman iktidarın yolunu açacak girişimlerde bulunmuştur. Hasılı; birisi çözüm olarak; AKP’nin yeni kurduğu statüko alanını işaret ederken, diğeri AKP öncesindeki statüko alanını işaret etmektedir.

Kürt Özgürlük Hareketine yakın kimi çevrelerce, Türkiyeli sosyalistler bir blok olarak değerlendirilmekte ve stratejik ortaklık ilişkisi geliştirilen sosyalistlerin hakkı teslim edilmemektedir. Kürt Özgürlük Hareketi ile dayanışma ilişkisi kuran bu sosyalist kanadın gücünün az olması, küçümsenmesini veya diğerleriyle eşitlenmesini gerektirmemektedir. Batı yakasındaki bu duruş kıymetlidir. Bu doğrultu da, Kürt özgürlük hareketi ile dayanışma ilişkisi kuran sosyalistler operasyonlara uğramış ve tutuklanmıştır. Meseleye kamuoyunun dikkatini çekmek için ise “Sıra Kimde İnisiyatifini” kurmuşlar ve ilk sokağa çıktıklarında KCK davasından alınan Kürt Devrimcilerle dayanışma göstermeyi bilmişlerdir.

Yakın zamanda; seçimlerde oluşan Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku deneyimi, Halkların Demokratik Kongresi bu ortaklaşma zeminini hem siyasetler düzeyinde hem de bireyler düzeyinde ortaya koymaktadır.

Yukarıda sayılan sosyalistler arasındaki üç kanat dışında, bir grup daha politika sahnesine çıkmaktadır; sivil inisiyatifler/platformlar. AKP iktidarı, kendi gücünü tesis ederken, kendisine muhalif olarak gördüğü tüm çevrelere karşı, tutuklamayı önemli bir politik araç olarak kullanmış ve yarattığı baskı rejimi toplumun en küçük birimlerine kadar her yerde hissedilmiştir. Toplumsal yaşamdaki değişikliklere, tutuklama dalgaları da eklenince, politik özneler dışındaki yurttaşlar da politika sahnesine giriş yapmıştır. Eski ve yeni statükonun gediklileri olan; Kürtler, Sosyalistler dışında, ulusalcılar da bu tutuklanma dalgası ile karşı karşıya kalmış ve geçmiş reflekslerle önceleri herkes kendi cenahındaki tutuklulara sahip çıkmak için bir araya gelmiştir.

Tutuklama dalgasının son zamanlarında ise herkesin eski ezberi bozulmuş, AKP’nin revize ettiği rejimin yeni hali karşısında; ulusalcının, Kürdün, Sosyalistin aynı satıh üzerinde olduğu anlaşılmış olup mücadele pratikleri ortaklaştırılmaya çalışılmıştır. Buradaki tüm siyasetler/bireyler birbirlerinden öğrenerek/değişerek, yeni ve ortak bir mücadele hattını örmeye, daha önce görmezden geldiği diğer öznelere hem mahcubiyetle hem de ödediği bedele saygıyla yaklaşmıştır. Yaşanılan ortak acı bu çevreleri/bireyleri yakınlaştırmaktadır.

Bahsedilen yakınlaşmayı/ortaklaşmayı eylerken, eski refleksler tezahür etse de sağduyu ağır basmaktadır. Yürütülen mücadelenin kendisi ve yaratacağı sonuç herkesçe daha fazla önemsenmektedir.

Bağımsız bireyler tarafından oluşturulan ve sadece arkadaşlarına sahip çıkma refleksiyle başlayan kampanyalar bir süre sonra daha genel meselelere eğinilmesi düşünülen zeminlere dönüşmektedir. Boğaziçi Üniversitesi’nde, Galatasaray Üniversitesi’nde, ODTÜ’de ortaya çıkanlar böyle deneyimlerdir. Dicle Üniversitesi’nde ve Kürt coğrafyasındaki diğer üniversitelerde böyle deneyimlerin ortaya çıkmaması veya medyanın bunu görmemesi, adı geçen diğer üniversitelerde kampanya yürütenlerin kabahati olmadığı gibi, onların yürüttüğü kapmayalar da kimi zaman olumsuz yönde çarpıtılmaktadır.

Bu inisiyatifleri/platformları oluşturan insanların sosyal medyayı kullanmaları, uluslararası imza kampanyaları örgütlemeleri olumsuz olarak değerlendirilmemeli, kazanım olarak değerlendirilmelidir. Bunların hepsi meseleyi daha görünür kılmaktadır ve tepkinin hangi şekilde olursa olsun ortaya çıkışı, değişimi de beraberinde getirmektedir, daha önce Kürdün acısını görmeyen, acıyı görmektedir, başkaca politik bir kimliğe bürünmektedir.

Hayatta her şeyin bir karşılığı ve bedeli var, daha fazla bedel ödeyenin/acı çekenin buna çekinerek de olsa yaklaşmaya/anlamaya çalışanı ötelemekten, onun küçümsemekten ziyade, daha yakına çağırması/anlatması gerekir. Taziye evine gelen, kapıdan geri çevrilmez! Aksi her durum, verilen onca emeğin/ortaklaşma çabasının heba edilmesidir ki, bunu yapmaya hiçbirimizin hakkı yok. Acıyı yarıştırmak, birini ötekinden aşağı tutmak, bedel ödemeyeni uzak görmek,  en azından mütevazı bir tavır değil. Bedeli kimin ne zaman ödeyeceği, sıranın kime ne zaman geleceğini hiç birimiz bilemeyiz! Geç kalınmış olabilir bir şeylere, ama her şeye yetişilir!

Bir de davulun sesinin İstanbul’dan duyulması var. İstanbul, bu coğrafyanın en büyük kenti, dünyadaki en büyük Kürt şehri 3,5 milyon Kürdün yaşadığı bir şehir ve İstanbul'da blok vekilleri 350.000 oy aldı. Hâsılı, İstanbul kavgamızın şehri; davulun sesinin buradaki yankısı büyük olur. Umarım Diyarbakır’da çalan davulun sesi her daim İstanbul’da çınlar…

Ha bu arada, Sartre’nin dediği gibi; “Liberal iğrenç bir sözcüktür” ekleme yapabiliriz, ulusalcılıkta iğrenç bir sözcüktür. 




Ahmet Saymadi / 06 Ocak Cuma 2012