21 Kasım 2011 Pazartesi

AKP’DE, CHP’DE DERSİM’LE YÜZLEŞEMEZ!

AKP’DE, CHP’DE DERSİM’LE YÜZLEŞEMEZ!      

CHP Tunceli (Dersim) milletvekili Hüseyin Aygün’ün açıklamaları ile 1938 yılında Dersim’de yaşananlar bir kez daha gündeme geldi. Hüseyin Aygün’ün 10 Kasım tarihinde Zaman gazetesinde yayınlanan röportajda söylediklerini kısaca aktaracak olursak: "Bu dönem boyunca izlenen bütün politikalarda Atatürk devletin başındadır. Dersim katliamının sorumlusunun devlet ve o dönemin CHP iktidarıdır. Ancak CHP'de bu konuda kendi tarihiyle yüzleşme ve uygulanan politikaların toplumun önünde saydam bir şekilde tartışılması yönünde bir tavır alındığını Kılıçdaroğlu döneminde görüyoruz."

İyi düzeyde Zazaca da bilen Hüseyin Aygün’ün, dönemle ilgili bilgileri yeni öğrenmediğini, konuyla ilgili araştırmaları ve kitapları olduğunu biliyoruz. Aygün’ün 1938’de yaşananlarda CHP’nin rolünü bildiği halde neden CHP’den milletvekili adayı olduğunu anlamak zor tabi. Ayrıca 1938 ile ilgili, Onur Öymen’in sözleri hala kulaklarımızda… Aygün’ün, bugün CHP’de söylediklerini uzun yıllardır hem birçok aydın ve akademisyen hem de Barış ve Demokrasi Partisi dillendiriyordu. Hüseyin Aygün’ün, Dersim’le ilgili bu sözlerinin siyasi rant sağlamaktan başka bir amaç taşımadığını birkaç gün sonra yaptığı açıklama ile anladık: "Cumhuriyet'in kurucusuna yönelik duygularıma gelince, 100 yıl evvelden kazanımların çok önemli, çok devrimci bir lider.”



Hüseyin Aygün, kendisini CHP’ye çağıran ve CHP’de bir değişim yarattığına inandığı Kemal Kılıçdaroğlu tarafından eleştirildi. CHP’nin Merkez Yürütme Kurulu tarafından hakkında soruşturma başlatıldı ve savunma vermesi istendi. Aygün’e, CHP içerisindeki bir grup tarafından da tepki geldi.  CHP’den 12 milletvekilinin imzaladığı ve Samsun Milletvekili Haluk Koç’un okuduğu açıklama şöyle diyor: "Şehitlerimizin ve deprem kurbanlarının acıları daha aklımızda iken 10 Kasım günü, Atatürk'ün ölümünün 73. yılında ilginç bazı tartışmalara ve açıklamalara tanık olduk. Atatürk'ü ve Atatürkçülüğü 1920-1940 arasındaki dondurulmuş bir zaman dilimine hapsederek, o tarihteki dünya koşullarından soyutlayıp kimi kez hakarete vararak insafsızca eleştirenler kervanına CHP'den, içimizden birilerinin de katıldığını gördük.” Haluk Koç’a, Atatürkçülüğün 1920-1940 tarihleri dışındaki “marifetlerine” bakmasını tavsiye ederiz, tabii anlarsa!

CHP içerisindeki bu tartışmaya AKP ilgisiz kalmadı. Hemen CHP’nin iktidar olduğu yıllardaki katliamlardan, insan hakları ihlallerinden bahsetmeye başladılar. En önemli açıklama Bülent Arınç’tan geldi; "1930'lu yılların ortalarında Dersim diye bilinen, tarihte çok zor bir dönem var. O günleri yaşayanların ifadesiyle insanlar sığındıkları yerde bombalanmak suretiyle, Sabiha Gökçen'in de içinde bulunduğu uçaktan atılan bombalarla fareler gibi öldürüldüklerini ve toplu olarak katliam yaşandığını söylüyorlar. Aileleriyle sürüldüğünü, çocukların başkalarına evlatlık olarak verildiğini 'Dersim'in Kayıp Çocukları' isimli kitaplarda yazıldığını biliyoruz. Atatürk hayattadır ve İsmet Paşa Başbakandır ve Cumhuriyet Halk Partisi hükümetidir. Dersim gerçeği de bugün ortaya çıkarılmalı ve tarihimizle yüzleşmeliyiz. Bununla ilgili olarak Meclis'te bir araştırma komisyonu dahi kurulabilir. " Eyüp Can’ın Radikal’ide bir yazı dizisiyle meseleye el attı. Ardından Cumhurbaşkanı Abdullah Gül “meselenin tartışılabileceğini, ölçüleri kaçırmamak gerektiğini” belirtti. Ölçünün ne olduğu açıktır: “tek millet, tek devlet, tek dil.”

1938’de Dersim’de yaşananlar, AKP ve CHP arasında bir siyasi rant kampanyasına dönüştürülmeye çalışılarak, isyan ve katliam denilerek meselenin özü görmezden geliniyor. Dersim’de yaşananlar, İttihat ve Terakki Partisi ile başlayan Türkleştirme ve asimilasyon politikalarının devamı niteliğindedir. Yaşananlar bir isyan olmadığı gibi, katliam olarak değerlendirmek de yanlıştır. 1915’te Ermeni soykırımı, Süryani soykırımı ve Kürt soykırımının son halkasıdır Dersim. Hepsi aynı makro projenin devamı niteliğindedir.

Mustafa Kemal, 1 Kasım 1935’teki meclis açılış konuşmasında:  “Yeni iki genel müfettişlik ve yeni bazı illerin kurulması gerekli görülmektedir. Bu arada Dersim bölgesinde önemli bir reform programının uygulanması da düşünülmüştür.” Diyor. 1 Kasım 1937 tarihli konuşmasında: “Ulusumuzun layık olduğu yüksek uygarlık ve refah düzeyine ulaşmasının engellenmesinin düşünülmesine yer bırakılmadığı ve bırakılmayacağını huzurunuzda söylemekle mutluyum. Tunceli'nde yapılan uygulamaların sonuçları bu gerçeğin belirtileridir.” ardından 1 Kasım 1938’deki “Uzun yıllardan beri süregelen ve zaman zaman gergin bir şekil alan Tunceli'ndeki toplu haydutluk olayları belli bir program içindeki çalışmalar sonucu kısa bir sürede ortadan kaldırılmış, bölgede bu gibi olaylar bir daha tekrarlanmamak üzere tarihe aktarılmıştır. Cumhuriyetin getirdiği bütün iyiliklerden yurdun diğer evlatları gibi oradakiler de tam anlamı ile yararlanacaklardır.” Sözleri, Mustafa Kemal’in Dersim’de yapılanlarla yakından ilgilendiğini gösteriyor. Mustafa Kemal, ayrıca 1937’de Dersim’de incelemelerde bulunmuş, ziyaret ettiği Pertek’te, Singeç Köprüsü’nün açılışını da yapmıştır. Dersimliler cumhuriyetin “bütün iyiliklerden” tüfek, süngü ve kimyasal silahlarla faydalanmıştır! Daha sonra Dersim’in kontrolünün kolaylığı için, Dersim “demir ağlarla” örülmüş, 1935’teki Dersim, 1937’de Tunceli oluvermiştir.



Dersim’de yaşayan on binlerce insan başka illere yerleştirilmiş, Türklerin yoğun oldukları bölgelere yerleştirilerek Türkleştirilmeye çalışılmışlardır. Bu hem CHP’nin tek parti dönemi olarak iktidar olduğu dönemde hem de sonrasında devam etmiştir. Erzincan’dan Konya Ovası’na kadar çeşitli yerlere yerleştirilen Kürtler, 90’lı yıllarda da köy boşaltmaları ve zorunlu göçlerle asimile edilmeye çalışılmıştır. Yapılanları bu asimilasyon politikalarından azade görmek yanlıştır.

Cumhuriyetin kurulmasından bu yana yaşananlar bir bütünlük arz etmektedir. Bu konuda CHP’nin de, AKP’nin de samimiyetsizliği açıktır. CHP, tarihiyle yüzleşmekten ve doğru bir politika üretmekten uzaktır. AKP ise, kendi iktidarı öncesinde yapılan hak ihlalleri üzerinden rant sağlamaya çalışmaktadır. Böylelikle kendi döneminde yaşananları unutturmak istemektedir. Kendi iktidarı döneminde yaşananlara bulduğu “makul” gerekçeler, kendinden öncekilerin gerekçeleriyle aynıdır. AKP’nin; 90’lı yıllarda faili meçhule kurban edilenlerle, toplu mezarlar ile ilgili takındığı tutum bunun em önemli kanıtıdır. Kendinden öncekilerin katledip topluca gömdüklerini, AKP, topluca “kepçe” yardımıyla çıkarmaya çalışmaktadır. AKP ve CHP’nin, Kürt Özgürlük Hareketi’ne ve Devrimcilere bakışında bir fark yoktur. Erdoğan’ın talimatıyla Kazan vadisinde yapılan operasyonlarda kimyasal silahlarla katliam yapanların sırtını sıvazlamaya ilk giden Kılıçdaroğlu olmuştur. Her iki partinin de aradığı hakikat, açmaya cesaret edemedikleri devlet arşivlerinde, kozmik odalarda mevcuttur. Arşivleri açmaya cesaret edemiyorlarsa, Dersim’in yaşlılarına, Diyarbakır cezaevinde yaşayanlara, Cumartesi annelerine, Ebru Muhikancı’nın ailesine sorsunlar, onlar gerçeği anlatır…

Ahmet Saymadi  / 21 Kasım 2011 Pazartesi


4 Kasım 2011 Cuma

MAHPUSTAN EĞİTİM!

MAHPUSTAN EĞİTİM!

Dünyada birçok ülkede, devrimci politik özneler çeşitli toplumsal kategorilere dayanır. Buna, Çin Halk Cumhuriyeti’nde köylüleri, Avrupa’da da işçi sınıfını örnek verebiliriz. Türkiye’de ise devrimci dinamiğin esas dayanağı genel itibariyle öğrenci hareketi olmuştur. Bunu Osmanlı’daki; Suhte ayaklanmaları içerisinde değerlendirilen medrese öğrencilerinin isyanlarından, Dar-ül Fünun’dan veya Askeri Tıbbiye Mektebi’nden kalan bir miras olarak da görebiliriz. Cumhuriyetin Kuruluşuna önderlik eden ve genel yapısını belirleyen kadroların içinden çıktığı İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC), Kürt halkının özgürlük mücadelesinin en önemli ve en büyük eşiğini yaratan Partiya Karkerên Kürdistan (PKK), Türkiye devrimci hareketinin kurucusu diyebileceğimiz ve birçok örgütün içinden çıktığı Türkiye Halk Kurtuluş Partisi- Cephesi (THKP-C) de öğrenciler tarafından kurulmuştur. Bunu sağ cenahtaki hareketler için de söylemek mümkün. Hâsılı, Türkiye siyasi tarihinin en önemli figürlerinden biri, hatta belirleyenlerden biri öğrenciler olmuştur desek yeridir.

Bu önemli bilgi, sadece tarih kitaplarında yer almadı tabi, siyasi iktidarlar tarafından da dikkatle izlendi ve öğrenci hareketinin önünü kesmek için hep özel bir çaba sarf edildi. Öğrenciler 28 Nisan 1960’ta Beyazıt Meydanı’nda Turan Emeksiz’e sıkılan kurşun ile devlet şiddetiyle daha yakından tanışmıştı. Burada 1961 anayasasının getirmiş olduğu görece daha rahat 7-8 yıllık dönemi istisna sayabiliriz. 1961 anayasasının getirmiş olduğu rahat ortamda Türkiye’deki 1968 kuşağı yetişmiş ve bu kuşağa 12 Mart 1971 askeri muhtırası ile darbe indirilmiştir. Kendini toparlayan ve deneyim kazanan devrimci hareket, yine üniversite öğrencilerine dayanan daha kitlesel bir dinamiği; 1978 kuşağını yaratmıştır. Ancak bu görkemli ve kitlesel devrimci dinamik ise, 1980 askeri cuntasını karşısında bulmuştur. Halen Türkiye Devrimci hareketinin en önemli figürleri 1968 ve 1978 kuşaklarına mensup; Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya, Mazlum Doğan, Nejdet Adalı ve burada adını sayamadığımız başkaca devrimcilerdir. Devlet okullarda terbiye edemediği öğrencileri Mamak ve Diyarbakır Cezaevlerinde terbiye etmeye çalışmıştır.


1980 darbesi ile iktidarı ele geçiren askeri cunta, oluşturduğu yeni devlet yapılanması ile bir daha bu denli büyük bir öğrenci hareketi ile karşılaşmamak için ivedilikle kolları sıvamış ve Yüksek Öğrenim Kurumu’nu (YÖK), tesis etmiştir. 2547 sayılı ve 4 Kasım 1981 tarihli Yüksek Öğretim Kanunu’nda yükseköğretimin amacının belirtildiği 4. Madde şöyle diyor: “Öğrencileri Atatürk devrimleri ve ilkeleri doğrultusunda Atatürk milliyetçiliğine bağlı, Türk milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini taşıyan, Türk olmanın şeref ve mutluluğunu duyan, toplum yararını kişisel çıkarının üstünde tutan, aile, ülke ve millet sevgisi ile dolu, Türkiye Cumhuriyeti Devletine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getiren, Hür ve bilimsel düşünce gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı, milli kültür töre ve geleneklerimize bağlı, kendimize has şekil ve özellikleri ile evrensel kültür içinde öğrenci geliştirilecek ve milli birlik ve beraberliği kuvvetlendirici ruh ve irade gücü kazandırılacak, öğretimde fırsat eşitliği sağlanacaktır. “

Araya sıkıştırılan birkaç kelimelik; Hür ve bilimsel düşünce, fırsat eşitliği gibi kavramları saymazsak geriye, tekçi, milliyetçi ve ahlakçı amaçlar silsilesinden başka bir şey kalmıyor. YÖK’ün amaçlarının anlatıldığı,  kanunun 4. Maddesi okununca yüksek öğrenimin esas paradigması ve 30 yıllık pratiği daha net anlaşıyor. Buna; tüzük, yönetmelik, genelge gibi ikincil düzenlemeleri ve yazılı olmayan polisiye tedbirleri de ekleyince nasıl ceberut bir yapıdan bahsettiğimiz daha da anlaşılır oluyor. Bu ceberut yapı, katkı payı, harç ücreti, ikinci öğretim, uzaktan eğitim, açık öğretim ve son olarak vakıf üniversiteleri marifetiyle eğitimi paralı hale getirerek, yoksul halk çocuklarına üniversite kapılarını kapamayı da amaç edindi. Böylece fırsat eşitliği, parası olanın daha eşit olduğu bir düzene dönüştü. Aynı kanunun 59. Maddesindeki siyasi partilere üye olma serbestîsi ise; iktidar partilerine yakın öğretim görevlileri için bir ikbal kapısı işlevini görürken, iktidar karşıtı öğretim görevlilerinin politik eğilimini belirlemek, sicillerini buna göre tutmak ve işine son vermek için konulmuş bir tuzaktan başka bir şey değildi.



Sınıfsal farklılıkların yarattığı fırsat eşitsizliğine rağmen üniversiteye girebilen öğrenciler,  YÖK’ün ve polisin baskı mekanizması altında eğitime çok zor devam edebiliyordu. Aynı kanunun 54. Maddesi şöyle diyor: “yükseköğretim öğrenciliği sıfatına, onur ve şerefine aykırı harekette bulunan, öğrenme ve öğretme hürriyetini, doğrudan doğruya veya dolaylı olarak kısıtlayan,  anarşik veya ideolojik olaylara katılan veya bu olayları tahrik ve teşvik eden öğrencilere; eylem başka bir suçu oluştursa bile ayrıca uyarma, kınama, bir haftadan bir aya kadar veya bir veya iki yarıyıl için kurumdan uzaklaştırma veya yükseköğretim kurumundan çıkarma cezaları verilir.” Öğrenciye öngörülen sadece kendisine verilen müfredata uygun hareket etmesi ve ilkyardım kolu gibi faaliyetlerde bulunması idi. YÖK bu uygulamalarla bugüne kadar binlerce öğrencinin eğitim hayatının sona ermesine sebep oldu. Üniversitelerden atılan öğrencilerin, gençlik yıllarının ve dinamizmlerinin geride kalmasından, düzenle ilişkilenmelerinden sonra “öğrenci affı” çıkmasını ise, kapitalizmin bireye yaptığı yatırımı heba etmek istememesi, kalifiye işgücüne duyduğu ihtiyacı gidermeye çalışması olarak değerlendirebiliriz.



Öğrenciler son yıllarda da devrimci hareket ile aynı mukadderatı paylaşıyor. Uyarı, kınama, uzaklaştırma ve Okuldan atılma gibi cezaların yanına yenileri eklenmiş bulunuyor. Öğrenciler; parasız eğitim istemek, parasız sağlık ve ulaşım hakkı talep etmek, demokratik üniversite talep etmek, Anadilde eğitim istemek, Marx'ın ve diğer yazarların kitaplarını okumak, slogan atmak, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü kutlamak gibi suçlarla tutuklanıyorlar. Terörle Mücadele Kanunu (TMK) ve Özel Yetkili Mahkemeler (ÖYM) ile birlikte değerlendirilince hukuk başka bir boyut kazandı ya da artık “yok hükmünde”. Demokratik siyaset zeminindeki her şeyin iddianamelerde suç unsuru sayıldığı, İddianamelerin polis fezlekesinin kopyası olduğu, tüm delillerin usulsüz toplandığı bu soruşturmalarda öğrenciler gözaltına alınmakta, ardından ÖYM savcılarınca sorgulanmaktadır. ÖYM savcıları ise, neredeyse her dosyada tutuklu yargılama yolunu seçmektedir. Ağır işleyen hukuk sistemi ile birlikte bu tutukluluk süreleri kimi zaman suça tekabül eden cezayı aşmaktadır. Tahliye durumunda ise hem bireylerin hayatında hem de hukuk sisteminde geri dönüşü olmayan yaralar açılmaktadır. Dün Mamak’ta, Diyarbakır cezaevlerinde terbiye edilemeyen öğrenciler, bugün Tekirdağ, Kırıklar, Kandıra cezaevlerinde terbiye edilmeye çalışılmaktadır.  



Hal böyle olunca, özgürlük talep eden her öğrencinin bahtına örgün eğitim değil, mahpustan eğitim düşüyor! Bize ise; onları mahpustan çıkarmak için elimizden geleni yapmak, onlarla dayanışma göstermek… Bu amaçla bir araya gelen Tutuklu Öğrencilerle Dayanışma İnisiyafi bir süredir içeriden dışarıya köprü kurmaya çalışıyor.  Bu minvalde bizleri uzun süredir takip ettikleri Galatasaray Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü öğrencisi Cihan Kırmızıgül’ün davasını izlemeye, Cihan ile dayanışma göstermeye çağırıyorlar. Cihan’ın davası 16 Kasım Çarşamba günü saat 10.30’da Beşiktaş Adliyesi’nde görülecek. Cihan 21 aydır özgürlük istediği için tutuklu, bilinen tek suçu ise puşi takmak. Cihan’ın ve diğer tutuklu öğrencilerin, “küçük kara balıkların”  Suç ortağı olmaya ne dersiniz?



Ahmet Saymadi / 04 Kasım 2011  Perşembe