6 Ocak 2012 Cuma

SIRANIN KİME GELECEĞİNİ KİM BİLİR!

SIRANIN KİME GELECEĞİNİ KİM BİLİR!


Özgür Gündem gazetesinin 2 Ocak tarihli sayısının forum sayfasında Serra Hakyemez ve Önder Çelik imzası ile yayınlanan yazıyı, bir arkadaşımın üye olduğumuz e-posta grubuna yollaması ile okuma fırsatı buldum.  Yazıya genel itibariyle katıldığımı belirtmekle birlikte bazı eleştirilerim var, bunu hem yazıyı kaleme alanlarla hem de yazıyı okuyanlarla paylaşmak istedim.

Türk ve Müslüman kimliğinin diğer kimlikler üzerindeki tahakkümü ve burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki tahakkümü üzerine kurulu Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığı bir hukuksuzluktur. Türkiye’de resmi ideoloji bu tahakküm ilişkilerinin devamı üzerine kurulmuştur. Bütün hukuk kuralları; halkın ürettiği değerlerin burjuvazinin zenginleşmesine ayrılması, halk yığınlarının sömürülerek yoksulluk içinde yaşaması, ezilenlerin değil sömürenlerin hakkının korunması üzere tesis edilmiştir.

Hukuk ikincil olarak; Kürt, Ermeni, Süryani, vb. etnik kimliklerin yok sayılması ve Türkleştirilmesi, gayri Müslimlerin ve Alevilerin inançlarının yok sayılması ve Müslümanlaştırılmasının aracı olmuştur. Bu minvalde Türkiye Cumhuriyeti Devleti; egemenlerin hakkını savunan, sömürünün devamını sağlayan bir kurum işlevi görmüştür. Devletin hukuk kuralları, alt yapı ilişkilerinin, etnik/inançsal hiyerarşinin düzenleyicisi ve koruyucusudur. Bunu Anayasadan başlayarak tüm kanunlarda görebiliriz.

Tablo böyle olunca;  tüm ezilenlerinin verdiği mücadele meşruluk kazanmaktadır. Bu mücadele ise; mevcut hukuk kurallarının içerisinde de verilebilir, hukuk kurallarının reddi ile dışında da verilebilir. Bunun belirleyeni, ezilenin öfkesi, iradesi ve gücüdür. Ezilenler verdikleri mücadeleyi hukuk kuralları içerisinde teşkil ettiklerinde, muktedirler tarafından kontrol edilme riski ile karşı karşıyadırlar. Bu yasallık, politik özneye görünürlük kazandırıp toplumsallaşmasını hızlandırır. Ancak rejimin selameti açısından tehdit oluşturdukları anda derdest edilirler, derdest edilemedikleri hallerde, muktedirin kendi koyduğu hukuk kurallarını çiğnemekten geri durmayacağı tecrübeyle/tarihle sabittir.

Ezilenin verdiği Mücadelenin, yasaların koyduğu çerçeve dışında yapılanması halinde ise; politik öznenin devletin zoru ile mücadelenin her safhasında karşılaşmayı göze aldığı ve şiddetle karşılaşmasının sistem içerisinde yer alan yurttaşlarca makul bulunacağı açıktır. Yurttaşların tepkisi genelde şiddetin boyutuyla ve yöntemiyle ilişkili olacak, uygulanan şiddetin kendisi sorgulanmayacak en fazla mevcut insan hakları çerçevesinde olması tartışılacaktır. Buradan; yasal alanın dışında hareket etmeyi tercih eden politik öznenin, görünür olmayacağı, toplumsallaşamayacağı gibi bir anlam çıkarılmamalıdır. Yasal alanın kısıtlılığı, devlet şiddetin dozu burada belirleyici olabilecek, kimi zaman yasadışı/silahlı mücadele çok daha olumlu sonuçlar doğurabilecektir.

Yasadışı mücadelenin meşru bulunacağı en önemli zemin ise; mücadelenin dayandığı toplumsal kategoriler ve onun stratejik ortaklarıdır. Ancak her halükarda, mevcut hukuk kuralları içerisinde hareket eden ve stratejik ortaklık durumu bulunmayan diğer muhaliflerin, yasadışı mücadeleyi sorgulama, gayrimeşru ilan etme hakkı yoktur. Tercih konusu olacak tek şey, bu mücadele biçiminin içinde olup olmamaktır. Bunun dışındaki sorgulamaların kitleleri düşüreceği yer ezenin saflarıdır!

Türkiye’de ve Kuzey Kürdistan’da; egemenlere karşı mücadele en az Cumhuriyetin tarihi kadar eskidir ve bu mücadelede hem yasal alan hem de yasa dışı alan kullanılmıştır. Her iki zeminde de verilen mücadele; kahramanlıklarla/hainliklerle, zaferlerle/yenilgilerle doludur. Türkiye’deki devlet geleneğinin köklü oluşu, politik öznelerin arasındaki rekabet, sürekli/ağır cunta koşulları her iki zeminde ayrı ayrı mücadele veren birbirinden farklı büyük örgütlerin erimesine sebep olmuştur.

Türkiye’de, 12 Eylül askeri cunta yönetiminin ardından Türkiye’de sosyalistler uzun süre yasadışı alanda faaliyet yürütmeye devam etmiş, doksanlı yıllardan itibaren de yasal zeminde faaliyet yürütmeye ağırlık vermişlerdir. Kuzey Kürdistan’da ise, Kürt Özgürlük Hareketi ağır cunta koşullarında tarihinin en büyük örgütünü çıkarmış ve Kürt halkının en küçük birimlerine kadar işleyerek büyük bir toplumsallık kazanmıştır. Hareketin toplumsallaşması ve gücü Türkiyeli sosyalistler açısından da büyük bir deneyimi ortaya çıkarmıştır.

Kürt Özgürlük Hareketi ile, Türkiyeli sosyalistlerin ilişkisi ise bir blok şeklinde olmamış, sosyalistlerce farklı tutumlar sergilenmiştir. Bazı sosyalist yapılarla,Yasa dışı zeminde 1980’li yılların başlarında Faşizme Karşı Birleşik Cephe pratiği yaşanmıştır.  Yasal zeminde kurulan, Kürt halkının özgürlüğünü birincil gündem olarak alan siyasi partilerle  sosyalistler seçimlere çok defa blok halinde girmişler ve stratejik ortaklık zeminini inşa etmeye gayret göstermişlerdir.

Sosyalist hareketlerde başka bir kanadı teşkil eden bazı siyasetler; resmi ideolojinin/Kemalizmin etkisinden kurtulamamış, Kürt halkının özgürlüğü meselesinde neredeyse egemenlerin söylemine yakın bir dil kurmuşlardır. Kürt halkının tüm taleplerini “Devrimden sonraya” erteleyen, kimi zaman yok sayan bu görüş, Kürt halkı tarafından kabul görmemekle birlikte pratik olarak ta Kürt sorununa herhangi bir çözüm sunmamaktadır. Diğer bir kanat ise, Mevcut iktidarlardan medet ummuş, kimi zaman iktidarın yolunu açacak girişimlerde bulunmuştur. Hasılı; birisi çözüm olarak; AKP’nin yeni kurduğu statüko alanını işaret ederken, diğeri AKP öncesindeki statüko alanını işaret etmektedir.

Kürt Özgürlük Hareketine yakın kimi çevrelerce, Türkiyeli sosyalistler bir blok olarak değerlendirilmekte ve stratejik ortaklık ilişkisi geliştirilen sosyalistlerin hakkı teslim edilmemektedir. Kürt Özgürlük Hareketi ile dayanışma ilişkisi kuran bu sosyalist kanadın gücünün az olması, küçümsenmesini veya diğerleriyle eşitlenmesini gerektirmemektedir. Batı yakasındaki bu duruş kıymetlidir. Bu doğrultu da, Kürt özgürlük hareketi ile dayanışma ilişkisi kuran sosyalistler operasyonlara uğramış ve tutuklanmıştır. Meseleye kamuoyunun dikkatini çekmek için ise “Sıra Kimde İnisiyatifini” kurmuşlar ve ilk sokağa çıktıklarında KCK davasından alınan Kürt Devrimcilerle dayanışma göstermeyi bilmişlerdir.

Yakın zamanda; seçimlerde oluşan Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku deneyimi, Halkların Demokratik Kongresi bu ortaklaşma zeminini hem siyasetler düzeyinde hem de bireyler düzeyinde ortaya koymaktadır.

Yukarıda sayılan sosyalistler arasındaki üç kanat dışında, bir grup daha politika sahnesine çıkmaktadır; sivil inisiyatifler/platformlar. AKP iktidarı, kendi gücünü tesis ederken, kendisine muhalif olarak gördüğü tüm çevrelere karşı, tutuklamayı önemli bir politik araç olarak kullanmış ve yarattığı baskı rejimi toplumun en küçük birimlerine kadar her yerde hissedilmiştir. Toplumsal yaşamdaki değişikliklere, tutuklama dalgaları da eklenince, politik özneler dışındaki yurttaşlar da politika sahnesine giriş yapmıştır. Eski ve yeni statükonun gediklileri olan; Kürtler, Sosyalistler dışında, ulusalcılar da bu tutuklanma dalgası ile karşı karşıya kalmış ve geçmiş reflekslerle önceleri herkes kendi cenahındaki tutuklulara sahip çıkmak için bir araya gelmiştir.

Tutuklama dalgasının son zamanlarında ise herkesin eski ezberi bozulmuş, AKP’nin revize ettiği rejimin yeni hali karşısında; ulusalcının, Kürdün, Sosyalistin aynı satıh üzerinde olduğu anlaşılmış olup mücadele pratikleri ortaklaştırılmaya çalışılmıştır. Buradaki tüm siyasetler/bireyler birbirlerinden öğrenerek/değişerek, yeni ve ortak bir mücadele hattını örmeye, daha önce görmezden geldiği diğer öznelere hem mahcubiyetle hem de ödediği bedele saygıyla yaklaşmıştır. Yaşanılan ortak acı bu çevreleri/bireyleri yakınlaştırmaktadır.

Bahsedilen yakınlaşmayı/ortaklaşmayı eylerken, eski refleksler tezahür etse de sağduyu ağır basmaktadır. Yürütülen mücadelenin kendisi ve yaratacağı sonuç herkesçe daha fazla önemsenmektedir.

Bağımsız bireyler tarafından oluşturulan ve sadece arkadaşlarına sahip çıkma refleksiyle başlayan kampanyalar bir süre sonra daha genel meselelere eğinilmesi düşünülen zeminlere dönüşmektedir. Boğaziçi Üniversitesi’nde, Galatasaray Üniversitesi’nde, ODTÜ’de ortaya çıkanlar böyle deneyimlerdir. Dicle Üniversitesi’nde ve Kürt coğrafyasındaki diğer üniversitelerde böyle deneyimlerin ortaya çıkmaması veya medyanın bunu görmemesi, adı geçen diğer üniversitelerde kampanya yürütenlerin kabahati olmadığı gibi, onların yürüttüğü kapmayalar da kimi zaman olumsuz yönde çarpıtılmaktadır.

Bu inisiyatifleri/platformları oluşturan insanların sosyal medyayı kullanmaları, uluslararası imza kampanyaları örgütlemeleri olumsuz olarak değerlendirilmemeli, kazanım olarak değerlendirilmelidir. Bunların hepsi meseleyi daha görünür kılmaktadır ve tepkinin hangi şekilde olursa olsun ortaya çıkışı, değişimi de beraberinde getirmektedir, daha önce Kürdün acısını görmeyen, acıyı görmektedir, başkaca politik bir kimliğe bürünmektedir.

Hayatta her şeyin bir karşılığı ve bedeli var, daha fazla bedel ödeyenin/acı çekenin buna çekinerek de olsa yaklaşmaya/anlamaya çalışanı ötelemekten, onun küçümsemekten ziyade, daha yakına çağırması/anlatması gerekir. Taziye evine gelen, kapıdan geri çevrilmez! Aksi her durum, verilen onca emeğin/ortaklaşma çabasının heba edilmesidir ki, bunu yapmaya hiçbirimizin hakkı yok. Acıyı yarıştırmak, birini ötekinden aşağı tutmak, bedel ödemeyeni uzak görmek,  en azından mütevazı bir tavır değil. Bedeli kimin ne zaman ödeyeceği, sıranın kime ne zaman geleceğini hiç birimiz bilemeyiz! Geç kalınmış olabilir bir şeylere, ama her şeye yetişilir!

Bir de davulun sesinin İstanbul’dan duyulması var. İstanbul, bu coğrafyanın en büyük kenti, dünyadaki en büyük Kürt şehri 3,5 milyon Kürdün yaşadığı bir şehir ve İstanbul'da blok vekilleri 350.000 oy aldı. Hâsılı, İstanbul kavgamızın şehri; davulun sesinin buradaki yankısı büyük olur. Umarım Diyarbakır’da çalan davulun sesi her daim İstanbul’da çınlar…

Ha bu arada, Sartre’nin dediği gibi; “Liberal iğrenç bir sözcüktür” ekleme yapabiliriz, ulusalcılıkta iğrenç bir sözcüktür. 




Ahmet Saymadi / 06 Ocak Cuma 2012





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder