13 Ekim 2011 Perşembe

DOKSANLARA DÖNMEK

       Doksanlara Dönmek!       

              1991 yılının Temmuz ayıydı, Diyarbakır’da kavruk bir yaz günüydü…  Tatilde her zaman olduğu gibi evin altındaki bakkalda çıraklık yapmaya başlamıştım. Ustam Behzat Abi; “yarın izinlisin, açmayacağız” dediğindeyse sevinmiştim. Sebebini sorduğumda “cenaze var” demişti. Cenaze dolayısıyla kapalı olmak makul bir sebepti ama bildiğim ölen bir yakını yoktu.  Ertesi gün şehirde bütün dükkanlar kapalıydı! Bağlar yönünden önlerinde taşıdıkları tabutla büyük bir kalabalık, gelmeye başladı, evimizin olduğu Ayhan Durağı’nda takıldım peşlerine, Mardinkapı’da dedemlerin evine kadar kalabalıkla birlikte yürüdüm. Belki tesadüfendi ama benim katıldığım ilk yürüyüştü. Ben ayrıldıktan sonra, Mardinkapı’daki surların üzerinden kalabalığın üzerine ateş açılmış, mezarlık yolu onlarca insana mezar olmuştu…
              
              Bahsettiğim cenaze Vedat Aydın’ın cenazesiydi, Diyarbakır HEP İl Başkanı iken bir gece ansızın, kapısı devletin derinliklerinden gelen birilerince çalınmış, götürüldükten sonra işkenceye uğradıktan sonra katledilmişti. Cenazesi Diyarbakır halkı tarafından sahiplenilmiş, on binlerce insan Vedat Aydın’ın naşını omuzlarında kilometrelerce taşımıştı. Devlet, halkın bu sessiz direnişini, bir devrimciyi sahiplenişini yeni bir katliamla ödüllendirmişti.  
        
    Bir süredir “doksanlara döner miyiz?” sorusu sıkça soruluyor, ben de doksanları hatırlamaya çalışıyorum. Doksanlardan aklımda kalan en önemli olay Vedat Aydın’ın cenazesi. Vedat Aydın’ın katledilmesi bir eşik olsa da, doksanlı yıllar faili meçhullerle geçti, insanlar evlerinden üzerlerinde “polis yeleği” bulunan kimselerce alındı, kaçırıldı ve bir daha haber alınamadı. Alındıysa da, alınan haber hep ölüm haberi oldu. Hukukun tamamen yok sayıldığı, düşmanla savaş hukukunun yürürlükte olduğu dönemdi doksanlar. Devletin hala inkâr ettiği ama maaş ödediği bordrolu personelleri “terör” estiriyordu.
       
        Bugünlerde doksanlı yılları hatırlatan ise; devlet ve PKK güçleri arasındaki çatışmaların artması, Kimi köylerin tekrar boşaltılması, yaylalara çıkışların yasaklanması gibi uygulamalar. Bunların dışında kalan en önemli benzerlik ise hukuksuz tutuklamalar; Kürt Özgürlük Hareketi’ne ve Sosyalist hareketlere mensup insanların evleri şafak vaktinde basılıyor, özel yaşamları darmadağın ediliyor, aileleri hakaretlere uğruyor. Haklarında hazırlanan iddianameler aylar sonra hazırlanıyor ve mesnetsiz suçlamalarla rehin tutuluyorlar. Polis iddianamelere bir şeyler yazmak için bu insanları yıllarca teknik takibe alıyor ve tüm özel yaşamlarını didik didik ediyor.
          Doksanlı yıllara dönülmeyeceği açık! Kürt Özgürlük Hareketi’nin geldiği aşama, toplumsal meşruiyeti, parlamento ve yerel yönetim deneyimleri, örgütlü gücü buna müsaade etmeyecektir. Türkiye ve Kürdistan doksanlı yıllardaki “vahşet” yıllarını geride bıraktı. Türkiye toplumu da o zamanlar sessiz kaldığı bu vahşete, şimdi daha farklı bir tepki verecektir.
      
           Ancak bu doksanlara geri dönmeyiş karşısında bize önerilene sevinmeli miyiz? Bilmiyorum! Daha önce evleri basanların kimliği bilinmiyordu, şimdi biliniyor, hepsi resmi polis memuru. Daha önce yapılan insanlık dışı uygulamalar hukuk kuralları çiğnenerek yapılıyordu, şimdi hukuk kuralları insanlık dışı uygulamalara göre düzenlendi. Daha önce evelerinden alınanlar katlediliyordu şimdi tutsak ediliyor.
                    
        Geçen hafta evleri basılan ve tutuklanan 97 BDP’li arkadaşımız mahkemede hâkim karşısındayken; sadece “sağ” olduklarına, işkenceye maruz kalmamış olmalarına sevindim. Tıpkı Şili’de Villa Grimaldi’de işkence görenlerin yakınlarının, dışarıda sadece yaşıyor olmalarına sevinmeleri gibiydi hissettiklerim. 30 yılda çok şey değişmiş, en azından yaşam hakkımızı kazanmışız! Şoförünü değiştiren demokrasi tankı ilerliyor, sadece altında kalanlarda bir değişiklik yok…
  
  Değişikliğe sevinmeli miyiz?
   
 Ahmet Saymadi / 13 Ekim 2011 Perşembe

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder